TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Tabutluk” tabiri dilimize gireli 80 yıl oluyor. İşkenceler, altından lağım akan hücreler, kurbanın başının üzerine 1500 mumluk ampuller koymalar, tırnak sökmeler vs. Bunları biliyoruz ama 80. yıldönümünü idrak ettiğimiz 3 Mayıs “Türkçülük Günü” de aynı tarihe rastlıyor. İki zıt hadise nasıl olup da eş düştü? İnsanın aklına bu soru üşüşüyor ister istemez.

Aslında ikisi de iç içe olaylar. İşkenceler 3 Mayıs’ın sonucunda geldi, 3 Mayıs da işkencelere misilleme olarak 1947 yılından itibaren anma günü olarak yaygınlaştırıldı.

Tek Partili yıllardayız…

O tarihte henüz genç bir üsteğmen olan Alparslan Türkeş’in tabiriyle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ‘diktatörlük’ devri…

Tabutlukların nasıl bir yer olduğunu önce Alparslan Türkeş anlatsın isterseniz:

“Tabutluk adıyle anılan veya savcı Kâzım Alöç ve Ahmet Demir tarafından ‘mutena hücre’ diye ifade edilen yer, yarım metrekarelik bir yerdir. Nihayet 40 santimetre genişliğinde ve 50 santimetre uzunluğunda ve iki buçuk metre yüksekliğinde beton duvar içerisinde açılmış oyuklardır.”

Peki tabutlukların içerisinde neler olup bitiyormuş? Manzaranın korkunçluğunu yine Türkeş’in ağzından dinleyelim:

“Bu beton oyukların duvarlarından içeriye sokulanları, belinden ve kollarından duvara bağlamak için demir prangalar vurulmaktadır. Ayrıca oyuğun tepesine üç adet beşer yüz mumluk ampul konulmuştur. İçeriye kapatılan insan demir prangalarla belinden ve kolundan duvara bağlanıp 24 saat, 48 saat, hatta daha fazla aç susuz bırakılırdı. Bazı sanıkların tabii ihtiyacı için dahi kapı açılmaz ve büsbütün perişan duruma düşmeleri sağlanırdı. Buna diri diri fırına sokulma denmez de ne denir?”

Türkçüler o sırada sözde “Türkçü” İsmet Paşa’nın kurbanları olarak tabutluklarda işkence görür, diri diri fırınlara kapatılırken hükümet milliyetçilik ve Türkçülükte üzerine toz kondurmuyordu.

Tabutluk

Tabutluk işkenceleri

Daha iki yıl önce devrin Başbakanı Şükrü Saracoğlu –ki tabutluklar onun şaheserleriydi- hükümet programını okurken Türk ırkı ve “Türk kanı” ile Türkçülük yapacaklarını bizzat Meclis kürsüsünden şöyle haykıracaktı:

“Arkadaşlar, biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal (en az) o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.”

5 Ağustos 1942 günü TBMM’de konuşan ateşli hatibin alkışlarla sık sık kesilen açıklamasında sarf ettiği cümleler, Türkçü ve milliyetçi çevrelerde inanılmaz bir heyecan ve sevinç dalgasına yol açacak, ancak üzerinden iki yıl bile geçmeden bu defa korkunç bir ihanet ve nankörlüğün de tetikçiliğini yapacaktır.

Hem Türkçülüğün “kan meselesi” olduğunu söyleyeceksin, hem de aynı doğrultuda ilerleyenleri Türkçülük ve Turancılık yaptıkları için yalnız hapse değil, hücrelere, tabutluklara dolduracaksın! ‘Politikanın cilveleri’ diyoruz buna, değil mi? Türkçülükte samimiyet testi de diyebilirdik; işkenceler faslıyla bu testten sınıfta kaldıkları muhakkak. O tarihte bir üniversite öğrencisi olan Osman Yüksel Serdengeçti şöyle anlatır bize kapatıldığı hücreyi yani gömüldüğü tabutluğu:

“Yarı aydınlık, yarı karanlık bir koridordan yürüyoruz. Yağmur yağıyor, tavanlar akıyor, ayaklarımız su içinde. Sağımda solumda kapıları numaralanmış küçük küçük hücreler var. 13 numaralı hücrenin kapısı açıldı, fare deliği gibi bir yer, ancak küçük bir karyola sığabiliyor…”

Peki nedendi bu akla ziyan işkenceler?

Türkçülüğün liderlerinden Nihal Atsız Tek Parti devrinde bir ilke imza atmış ve Orkun adlı dergisinde Başbakan Şükrü Saracoğlu’na iki mektup yayımlamıştır. 20 Şubat ve 21 Mart 1944 tarihli mektuplarda Türkiye’deki yıkıcı hareketlerin (kastettiği komünizmdir) engellenmesinin hükümetin görevi olduğu halde meselenin üzerine gereken ciddiyetle eğilmediğini, özellikle ‘tescilli komünist’ olarak suçladığı yazar Sabahattin Ali’nin, devrin Maarif Vekili yani Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından kayırıldığını ileri sürerek ağır suçlamalarda bulunmuş, daha da ileri giderek Bakanın görevden alınmasını istemiştir.

Kimler yoktu ki?

Dedik ya, Tek Parti devriydi diye. Ne yapıldığını az çok tahmin edersiniz…

Tabii Orkun dergisi hükümet tarafından derhal toplatılıp kapatılmıştır. Bu yetmemiş gibi aleyhine dava da açılmıştır.

Türkçüler bu tarafgir karara derhal tepki gösterir. Nihayet ikinci oturumun yapılacağı gün olan 3 Mayıs 1944’te sıkıyönetim ilan edilmiş olmasına rağmen sokağa dökülürler. İstanbul ve Ankara’da komünizmi tel’in yani lanetleme mitingleri yapılır, 12 Eylül’den önce mitinglerde Ülkücülerin ağzından sık sık işittiğimiz “Kahrolsun komünistler” sloganı ilk kez o gün duyulacaktır. Eyleme katılanlar arasında Alparslan Türkeş de vardır. Tabii devrin ‘baba’ Türkçüleri de.

Kimler mi?

Mesela hem Türk tarihçiliğinin yüz akı hem de ilmî Türkçülük ideolojisinin yılmaz savunucusu Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, merhum mimar Turgut Cansever’in babası, Ziya Gökalp’ın arkadaşlarından Hasan Ferit Cansever, Türkçülüğün Cumhuriyet devrindeki en adanmış ismi Nihal Atsız, Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar –ikisi de aynı yıl vefat etmiştir-, tam da 1944 yılında cesaret işi olan Türkçülüğün Tarihi müellifi Hüseyin Namık Orkun, şarkıcı Tarkan’ın dayısı Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkkan, Hikmet Tanyu, Said Bilgiç, romancı ve fikir adamı Peyami Safa vd. İlim adamıymış, yazarmış, askermiş demeden hepsi türlü işkencelerden geçirilmek suretiyle aylarca hapis yatırılır.

İşkence usulleri de pek bir çeşitlidir ki sormayın! Mesela:

Günlerce aç ve susuz bırakmak, el yıkamak için dahi su vermemek, Allah yarattı, demeden dövmek, dayak yiyenleri seyrettirmek, şakağına tabanca dayayarak tehditlerde bulunmak, içlerinden lağım geçen hücrelere kapatmak vs.

Tırnaklarının çekildiği söylenen Türkeş’in tabiriyle bu dehşet idaresinin her şeyi tuz buz eden tokmağı kimsede kımıldayacak takat bırakmamıştır. Propaganda vasıtası haline getirdiği radyosu ve köleleştirdiği basınla iliklerine kadar uyuşturduğu millet, onun dilediği boyunduruğa öylesine vurulmuştur ki, hiç ekmek vermese de saltanatını sürdürebilirdi.

Milli şuurun ayaklanması

Yazdığı mektuplarla 3 Mayıs olaylarının tetiğini çekmiş olan Atsız ise sonunda Askeri Yargıtay tarafından beraat ettirildikleri bu eylemin Tek Parti diktatörlüğüne karşı bir ‘temizlik’ harekâtı olduğunu söyleyecektir. Bir gazetede hakkında Halk Partisi’ni temizlemeye kalktığı iddiasına karşı şunları söylemiştir:

“Dünyada bir sabun buhranı yaratmadan Halk Partisi’ni temizlemenin mümkün olmadığını biliyorum. Bununla beraber mukadderatın bu partiyi temizleyeceğine imanım var.”

Atsız 1946 yılında Kür Şad adlı dergiye yazdığı bir yazıda Türkçülükte ilk hareketi 3 Mayıs günü Ankara’da “birkaç bin meçhul Türk genci”nin yaptığını yazacaktır. Ona göre “Türkçülük tarihinde bu kişilerin hususi bir yeri vardır.” 1974 yılında ise 3 Mayıs’ın “millî şuurun ayaklanması” olduğunu söyleyecektir.

Bir dönüm noktasıdır 3 Mayıs 1944. Ancak bu dönüm noktası, demokrasinin de Türkiye’deki ilk sosyal tartışmasına yol açmış, muhalif diller yavaş yavaş çözülmeye başlamış ve Tek Parti yönetimine yönelik eleştirilerin işaret fişeği işlevini görmüştür.

Sonrasını biliyorsunuz.

Türkçüler kadar Türkçü olmayanların, hatta ona karşı olanların dahi 3 Mayıs Türkçülük Günü gibi bir  “dönüm noktası”na dikkat kesilmeleri gerektiği açıktır. Zira demokrasiye geçişimizin kritik dönemeçlerinden birini onun kadar belirginleştiren bir tarih bulmak zordur.

80. yıldönümünde Türkçülük Günü’nü tam manasıyla idrak ettiğimizde yakın tarihimiz de bizimle konuşmaya başlayacaktır. Zaten tarih de bizi kendimiz üzerinde düşünmeye ve yaşananlardan ibret almaya davet etmek için okunmaz mı?