TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

Bundan 62 yıl önce İmralı adasında üç baş demokrasi uğruna feda edilmişti ki bütün suçları memleketlerine hizmet etmekti… 

Türkiye 27 Mayıs 1960 Cuma sabahına radyoda yayınlanan o asık yüzlü anonsla uyanmıştı:

“Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.”

Radyoda konuşan meçhul kişinin “ihtilalin kudretli albayı” Alparslan Türkeş olduğu günler geçtikçe berraklaşacaktı.

İlk günkü havaya bakarsanız 27 Mayıs’ın “kansız” veya “beyaz” ihtilal olarak takdim edildiğini görürsünüz. Ancak müteakip günler, hem siyasetin, hem askeriyenin, hem de yargının hâlâ kapanmamakta direnen kanlı ve kara sayfalarını açacaktı demokrasimizin önüne.

Önce tam bir cadı avı başlayacak, kapı kapı tespit edilen Demokrat Partililer karga tulumba çöp kamyonlarına doldurulup hapishanelere tıkılacak, ardından Yassıada gibi dünya adalet tarihine kara bir leke olarak geçen utanç sayfası açılacak ve orada adı Yüksek Adalet Divanı olan zalim bir mahkemenin başkanı “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek yalnız siyasetin değil, hukukun da darbecilerin elinde oyuncağa çevrildiğini kendi ağzıyla itiraf edecekti.

15 Eylül 1961 günü açıklanan kararlar, içlerinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, TBMM Başkanı Refik Koraltan, hatta Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un bulunduğu 15 sözüm ona ‘suçlu’yu idama mahkûm edecekti. ‘Yüzlercesini  sallandırılmadıkça işlerin düzelmeyeceğini’ savunan gözü dönmüş darbecilerle yapılan ‘pazarlıklar’ sonucunda alınmıştı bu zalimce kararlar. Kan dökülmezse ihtilali niçin yaptıklarını izah edemezlermiş çevrelerine.

Bazı şahitler İmralı adasında ihtiyaten tam 72 mezarın kazıldığını sonradan ağzından kaçıracaktı. Affedilmeleri için bastıranlara bir cevap vermek gerekiyordu. Mahkemeden idam kararları çıkmazsa bir karşı darbe yapılacağı tehdidi pervasızca dillendiriliyordu.

27 Mayıs darbesi ne ilk, ne de son olacak, üstelik kan değil, kanlar dökülecek ve kardeş kavgasını bitirmek uğruna iktidara el koyduklarını söyleyen eli silahlı darbeciler söz verdiklerinin tersine bir partiyi (DP) tasfiye edip rakibini (CHP) iktidara taşımak uğruna silahla baskı ve yeni bir darbe tehdidine kadar vardıracaklardı işi.

Yargılamalar ve zindan hatıraları da çok yaralayıcıdır ama kabul edelim ki, 27 Mayıs darbesinin en unutulmaz, en zehirden acı, 62 yıldır unutulmayan ve unutulmayacak sahneleri Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın 16-17 Eylül 1961 günlerinde ıssız İmralı adasında gerçekleşen hazin idamlarıdır.

15 Eylül günü Yassıada’dan kalkan askeri bot, elleri arkadan bağlanmış 14 mahkûmu götürmüştü İmralı adasına. 14 mahkûm mu? Hani 15 kişi idama mahkûm edilmişti? 15. yolcuya ne olmuştu?

O günkü resmi açıklamaya göre ‘Sakıt Başvekil’ Menderes, hastaydı. 14 idam mahkûmu şunlardı:

Celâl Bayar, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Zeki Eretaman, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu ve Orgeneral Rüştü Erdelhun.

Ardından Milli Birlik Komitesi toplanmış, mahkeme tarafından verilen 15 idam cezasından Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ınkileri onaylamış, üzerinde ittifak edemediklerinin cezasını ömür boyu hapse çevirmişti. Dört idam mahkûmundan Celal Bayar’ın yaşı infaz sınırını (70) aştığı gerekçesiyle cezası ömür boyu hapis olarak değiştirilmişti.

Geriye üç kurban kalmıştı. Ne gariptir ki, İmralı adasında hücrelerine tıkılanlara idam cezalarının müebbede çevrildiği infazlar bitene kadar söylenmeyecekti.

Üç kurban seçildi

16 Eylül 1961 Cumartesi gece yarısını geçmişti. Hücresinin kapısını açanlara, soğukkanlılıkla “İdamlara benden mi başlıyorsunuz?” sorusunu yönelten Fatin Rüştü Zorlu’yu iki gardiyan koluna girerek koridora çıkardı. Gözlükleri alındığı için gözlerini kısarak bakıyor, çevresini bulanık görüyordu. Başgardiyanın odasına götürdüklerinde abdest almak istediğini söyledi. İzin verdiler. İki rekât namaz kıldı. Ailesine bir mesaj yazmak istedi. Yazdı…

Sehpanın altına gelindiğinde infaz savcısı kararı yüzüne okudu. Gerekçesini ise hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Yafta beyaz gömleğin üzerine iğneyle iliştirildi. İki imam getirilmişti adaya. Biri Zorlu’ya dinî telkinde bulundu. Ne de olsa köklü bir Osmanlı ailesinden geliyordu sabık Dışişleri Bakanı, dinî kültürü kuvvetliydi. Hocanın telkin verirken düştüğü Arapça hatalarını dahi düzeltecekti. Sonra ellerinin arkadan değil, önden bağlanmasını istedi. Ne var ki bu son isteği eli kanlı zalimlerce kabul edilmedi. Celladın elleri heyecandan titriyordu. “Oğlum” dedi cellada Fatin Rüştü, “ne titriyorsun? İlmek senin değil, benim boynuma geçecek.”

Ve dudaklarında kelime-i şehadetle kimseden yardım almadan sehpaya çıktı. Son sözü “Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık” oldu. İşini kendisi halletmek istedi. Sandalyeye çıktı, yağlı ilmek boynuna geçirilirken son derece sakindi. Ayağının altındaki sandalyeyi tekmeledi. Ancak o sırada garip bir şey oldu. Sandalye devrilse de çapraz durmuş, uzun boylu olduğu için ayakları havada kalmamış, dolayısıyla idam gerçekleşmemişti. Cellada, sandalyeyi itip Zorlu’nun ayaklarını boşlukta bırakmak düştü sadece. Saatler 02.57’yi gösteriyordu.

Hasan Polatkan’ın idamında ise herhangi bir fevkaladelik görülmedi. Mithat Perin’in yazdığına göre Polatkan daha ilk günden idam edileceğine inanmıştı. Korktuğundan değil ama Yüksek Adalet Divanı’nın savunma yaptırmamak için elinden geleni ardına koymayan gaddarca tavrı karşısında “Bu şartlar altında müdafaamı yapmayacağım” deyip red tavrını takınmıştı. Bu, darbe mahkemesine bir tür meydan okuma anlamına geliyordu. Gördüğü adice muamelelere bedeni tahammül edememiş, 40 kiloya düşmüş, adeta canlı cenazeye dönmüştü sabık Maliye Bakanının.

Zorlu’nun idamının ardından iki gardiyan sabık Maliye Bakanını da hücresinden alıp sehpanın önüne götürdü. Kendinden geçmiş gibiydi. Saat 03.05’i gösterirken İmralı’daki darağacında bu defa Polatkan’ın cansız bedeni sallanıyordu. O sırada yan hücrelerde bulunan hafız Agah Erozan ile İbrahim Kirazoğlu Polatkan’ın ruhuna yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okuyordu. Sonra koyu bir sessizlik çöktü adaya.

Ertesi gün öğleden sonra askerî bir botun daha İmralı iskelesine yanaştığı duyuldu. Saatlerdir sakin duran adanın aniden hareketlendiğini duyuyordu mahkûmların kulakları. Yine sakin geçen dakikalar… Ardından koşuşturmalar…. Derken hücrelerin arasında üç kişinin ayak sesleri… Sıra kimdeydi?

İdam sırası kimde?
İdam mahkûmları daracık hücrelerinde elleri arkadan bağlı vaziyette oturuyor, sadece tuvalete çıkmalarına müsaade ediliyordu. Hepsi idamlarını bekliyordu. Gardiyanların ayak seslerinden ve kapı gıcırtılarından hangi arkadaşlarının götürüldüğünü anlamaları mümkün olmadığı için herkes birbirine ismiyle sesleniyor, böylece cevap gelmeyen arkadaşlarının idama gittiğini öğrenmiş oluyorlardı. Peki şimdi sıra kimdeydi?  
 

Menderes’in üzerinden çıkan âyet

16 Eylül sabahı, bir kibrit kutusuna doldurduğu haplarla intihar ettiği iftirası atılan Adnan Menderes’in midesi yıkandıktan ve hiç gerek yokken çırılçıplak soyulup prostat kontrolü yapıldıktan sonra (birazdan idam edilecek adama bir işkence daha) hasta ve bitkin bedeni İmralı adasının rutubetli toprağında adeta ağır ağır sürükleniyordu. (Belki affedilir diye bir İstanbul’dan gönderilen tabip tarafından iğneyle zehirlendiği açıktır.) Öte yandan Adli Tabip Lütfü Tuncay’ın “infaza mani hali vardır” raporuna rağmen elleri kelepçelenip İmralı’ya götürülen sabık Başvekilin idam sahnesi hafızalardaki canlılığını halen korumaktadır.

Sükûnet içerisinde idam sehpasının altındaki kürsüye çıkan Menderes, celladın ipi boynuna geçirmesinden sonra izin ister, ünlü fotoğrafta görüldüğü gibi sağına doğru dönüp bir şeyler mırıldanır. Bu sırada dudaklarından neler döküldüğü tam bir sırdır. Kimi kelime-i şehadet getirdiğini söyler, kimi dua okuduğunu. Vefatından sonra boynundan çıkan bir kâğıt parçasında ne yazar bilir misiniz? Her Müslümanın zor demlerinde okuduğu Tevbe suresinin şu son iki ayeti:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir.”

İdam anında İmralı’daki diğer sanıklar Menderes’in “Allah” diye haykırdığını duyacaktı. Tam o anda beklenmeyen iki olay gerçekleşti. Birincisi aniden boşalan yağmur, ikincisi ise karağaaçların üzerine tünemiş yüzlerce kuşun Başvekilin “Allah” sesiyle beraber çığlık çığlığa havalanması. Bir şahit, “Bu yağmurun yağdığı ve toprağı suladığı sırada, büyük vatan evladı Menderes’in, aziz ruhu bulutların arasına süzülmüş ve mübarek cesedini bu yağmur suları gasletmişti” diyecekti yıllar sonra. (Bu şahit, ilginçtir Fatih’in hocası Akşemseddin’in torunlarından Bolu milletvekili Reşat Akşemsettinoğlu’dur ki, Yassıada’da ömür boyu hapse mahkûm edildiği halde yurt dışına, Yunanistan’a kaçmayı başarabilmiş tek kişidir).

Menderes ise sevdiği milletvekili arkadaşı Gıyaseddin Emre’de çıkan son mektubunda bugünkü ahvale dair kehaneti andıran mesajlar veriyordu (Emre 1954'te Muş'tan Türkiye’nin ilk bağımsız milletvekili seçilmiş, 1957'de ise DP’den milletvekili olmuştu). Okuyalım ve üzerinde düşünelim bu manidar mesajın:

“İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü bizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.”

Güya kardeş kavgasını bitireceği gerekçesiyle yapılan 27 Mayıs darbesi bundan tam 62 yıl önce üç can almıştı. Ancak onların şahsında bu milletin ruhu onları affetmedi ve affetmeyecektir.

Onlar kim midir? “Yeter söz milletindir” haykırışından bugün kimler rahatsız oluyorsa onlar…