1980 lı yıllarda İstanbul da üniversite gençliğine önemli hizmetleri geçen İslâm âlimi Ahmet Sarıoğlu Hoca ya vefâtının 35 inci yıldönümünde rahmeti vesile kılarak talebelerinden Şevket Hüner ile birlikte anlamaya ve anlamlandırmaya devam ediyoruz. Yazı dizimizin üçüncü bölümünde talebesi Şevket Hüner, hocasına yönelik şahitliklerini anlatıyor.

`height=
Ahmet Sarıoğlu Hoca ve talebeleri

Ahmet Hoca yı Hadis-i Şerif okumaları vesilesiyle tanıdım.

'Buhari`nin 'Tecrid-i Sarih' derlemesinin 3. cildinde geçmişte ait bir nota rastlamam beni 1983 yılına geri götürdü. O yıllar askeri darbeden sıkılmış haldeydik. Hem mahallede, hem de üniversitede içinde bulunduğum gruplarla birbirine benzer şeyler yapılır, ama hep bir şeyler eksik kalırdı. Bu nedenle bir arkadaş gurubuyla, diş hekimliğinde okuyan yeni evlenmiş birinin evinde toplanır, bir gecede bir cilt Tecrid-i Sarih okurduk. Şimdilerden bakınca, bu hadis okumaları meğerse Allah`ın âlim bir kulunun hayatımıza girmesine davet niteliğindeymiş;

Efendimizin (sav) izinde...

Böyle toplandığımız gecelerden birine o da davet edilmişti. Saçları gençyaşta dökülmüş bu zatta en belirgin olan şey, gözlerimizin içine sevgi dolu bakışlarıydı. Gömleği eski, muhtemelen bir takım elbiseye ait çizgili pantolonu yıpranmıştı. Dersi sessizce izliyor, yaptığımız acemice yorumları güzel bir çaba olarak görüyor, telaşımıza ise imrenerek bakıyordu. 'Gusül de suyu vücuda akıtmak mı yoksa vücudu suyla ovmak mı gereklidir?' babındaki hadise sıra geldiğinde, bir arkadaşımızın 'Tabii ki suyu akıtmak lazım zira kürek kemiklerimizin arasına elimizi değdiremeyiz' demişti. Bunun üzerine hoca sanki müdahale etmese yapılan tüm çabalar boşa gidecekmiş gibi aceleyle 'Bir dakika' demiş ve devam etmişti: 'Eğer Resulullah (sav) vücudumuzu suyla ovuşturarak gusül almamızı söylüyorsa biz de karateciler gibi aylarca uğraşıp sonunda sırtımızdaki o yere dokunuruz.' Sözü üzerine kitabın yanına şu notu almışım: 'İşte, bu benim hocam.'

`height=
Ahmet Sarıoğlu Hoca ve talebeleri

Karakışta derse geldiğimizi görünce kirpikleri gözyaşlarını taşıyamamıştı.

Ve artık derslerimize yeni bir heyecan gelmiş. Hadisleri sanki Resul`ün (sav) halkasında dinler gibi olmuştuk. Hadislerde gördüklerimizi hayatımızda tatbik etme gayretiyle uyguladığımız bazı sünnetler ilk önce namazımıza yansımış, bu nedenle çevremizde 'mezhepsiz' ilan edilip ciddi uyarılara muhatap olmak bile iştahımızı kaçıramamıştı. Hatta bir kış günü Bayrampaşa minibüslerinin kalkışını bile engelleyen kar yağışı azmimizi kıramamış, bir saatten fazla yürüyerek 'Buhari' dersine yetişmiştik. O ise bu kar yağışından sonra kimse gelmez derken salonun tamamının gençlerle dolduğunu görünce gözleri yaşlarla dolmuştu.

Bütün derslere 'Kim bu derste bir yanlışımı görüp düzeltmez, benim ahirette zor durumda kalmama rıza gösterirse iki elim onun yakasındadır' uyarısıyla başlardı. Hâlbuki dinlediğim birçok 'üstat' sözünün kesilmemesini sessizce dinlenmesini özellikle tembihlerdi.

Kendisini övüp gönendirmeye kalkanlara sert ikazlarda bulunmasına anlam veremez, içimden 'Seni seviyorlar, bunu ilan etmelerinde ne mahzur var' diye geçirirdim. Ama bugün üstatların etrafındaki şakşakçıların verdiği zararları görünce hocamı rahmetle anıyorum;

Cömertliği, fedâkarlığı ve zulümlere sessiz kalmamayı ondan öğrendim.

Hadis okumanın, sade bir hayatı, cömertliği, fedakârlığı, adil olmayı, diğerkâmlığı ve etrafındaki zulümlere engel olma gayretini beslemesi gerektiğini onun örnekliğinden öğrendim.

Hocamın dersin sonunda meyve aldırması âdetindendi. Bunu parası varsa kendi karşılar yoksa havlu altı yapardı. 'Havlu altı' eyleminde ortaya bir havlu konur parası olan da olmayan da elini havlunun altına koyup elindekini bırakırdı. Bu metotla aramızda kimin verip kimin vermediği bilinmez, parası olmayanlar ezilmez, para koyanlar da başa kakamazdı. Hatta parası olmayanlara 'Havlunun altına elinizi boş koyun, ama dolu çıkarın.' diye tembihlerdi.

Dersin sonunda sayımıza göre alınan elmaları dağıtırken adeta çocuklaşır. Elmalar gelince bize sırtını döner ve poşetin içinden her hangi bir elmayı tutar, bunun kimin olduğunu sorardı. Biz de bir isim söyler, o elma ona verilirdi. Böylece herkese farklı boyutta ve renkte verilmesine rağmen kimsenin gözü diğerinin elmasında kalmazdı. Bunun nedeni dağıtan elin adil olmasıydı. Bugünlerde insanların adil dağıtan bir ele ne kadar çok ihtiyacı var değil mi?

`height=

Maaşının büyük bölümünü ilmin kapısı kitaplara yatırırdı.

Maaşının büyük bir kısmıyla eserlerin Arapça orijinal metnini alırdı. Her talip olana Arapça öğretir, devam etmeyenlere gönül koymaz, tekrar başlamak istendiğinde aynı heyecanla öğretmeye devam ederdi. O, dinin, kaynaklarından öğrenileceğini ve aslına uygun yaşantı sürülebileceği ümidini yeşertenlerdendi. 'Önce doğruları, sonra yanlışları daha sonra doğruların niye doğru, yanlışların niye yanlış olduğunu hep beraber öğreneceğiz' sloganı ise heyecan vericiydi;

Ölçüsü Kur an-ı Kerî m ve Sünnet-i Nebevî idi...

Eksikliğini en çok hissettim yer ise hepimize değer verip ümit var olmasıydı. O yaptığımız densizliklere rağmen bizi azarlamaz, adeta üzerimize titrer, asla kaldıramayacağımız yükler yüklemezdi. Ailemize ve akrabalarımıza daha yakın davranmamızı salık verirdi. Bize fetva ve garanti vermez, İslâm dairesinin içinde kalmamızı tembihlerdi. Kur an-ı Kerî m in ve Sünnet-i Nebevi nin hayata dair bir ölçü sunduğunu söyler, mecburi kurallar gibi anlatılmasına ve anlaşılmasına karşı çıkardı;

`height=

Entellektüel değil, ârifti.

İslâm`ı, karşısındakinin kaldırabileceği kadar ve kavrayabileceği tarzda örneklerle anlatması onun entelektüel değil 'ârif' olduğunun alametiydi. Mesela annenizle size 'Darül Harb'i anlatsa ders çıkışında kendinizi annenizle bu meseleyi enine boyuna tartışır bulurdunuz.

Velhasıl, hocalığın yanında gerektiğinde babam, lüzumunda ağabeyim ve hayatıma değer katıp içimde tertemiz ümitler yeşerten, Resulullah`ın (sav) ümmeti olma kıvancını yaşatan mümin bir dostu kendisine daha doyamadan 28 Mart 1985`te kaybetmenin hüznü hâlâ alışılır gibi değil;

Allah mekânını, çok sevdiği ve yürekten bağlı olduğu Resulullah`a (sav) komşu eylesin. Â min