Göçmenlik insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Çünkü tarihin her döneminde başta savaşlar, hastalıklar, kuraklıklar olmak üzere çeşitli sosyal, ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı insanlar göçetmek zorunda kalmışlar ya da buna mecbur bırakılmışlardır. Özellikle Avrupa ve Türk edebiyatı tarihine damgasını vuran ve çağdaş edebiyatta yakından tanıdığımız göçmen yazarların yapıtları incelendiğinde hepsinde göçmenlik durumunun, sanatı/yazıyı belirleyen hem estetik hem de eleştirel bir ögeye dönüştüğü gözlemlenecektir.

Türk göçmen edebiyatı Almanya`ya Türk işçilerin 1960`lı yıllarda göçmeleri ile başlamıştır. Bu göçten kısa bir süre sonra Türk yazarlar önceleri çeşitli gazetelerin edebiyat köşelerinde yazmaya başlamışlardır. 1970`li ve 1980`li yıllarda ise önce Türkçe sonrasında ise Almanca eserler vermeye başlamışlardır. Almanya`da Türk edebiyatçıları 1980`li yıllarda yayımlanan antolojiler sayesinde de kendilerini bir grup olarak kanıtlama fırsatını bulmuşlardır. Daha sonrasında ise Alman okuyucu kitlesine de ulaşarak yazım tarzları ve anlatım şekilleri ile Alman kamuoyunda kendilerinden söz ettirdiler. Bu edebiyat Almanya`daki Türk azınlığının ve göçolgusunun direk bir yansımasıdır.

Türkler Almanya`da artık büyük bir uyum sorunu ile karşı karşıya değildir. Tam aksine, Almanların Türklere sosyal ve kültürel bakımdan uyum sağlama, bir toplumu tanıma ve bu gerçeğe göre politikalar üretmek açısından bir uyumsuzluk gösterdikleri anlaşılmaktadır. Göçmen edebiyatının tarihî önemi bu durumu yansıtmaktadır. Yabancı bir ülkede Türk  insanı kendi edebiyatını yaratmayı ve her alanda uyum sağlamayı başarmıştır .

Yaratılış itibari ile insanoğlu sürekli gelişen ve değişen, mütemadiyen arayış içinde ve hareket halinde olan bir varlıktır. Gelişime ve değişime katılmak isteyen toplumlar sınırları içinde ya da dışında yaptıkları göçlerle değişimin bir parçası olurlar. Bu şekilde başka kültürlerin içinde yaşamak zorunda olan azınlıklar, kimliklerini korumak için içinde yaşadıkları kültürden en az şekilde etkilenmeye çalışırlar. Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin kültürel kimliklerini korumak için beslendikleri kaynaklardan birisi de halk edebiyatı olmuştur . Avrupa`da oluşan edebiyatımızın temelini de Anadolu`dan getirdiğimiz zengin kültür birikimiz oluşturmuştur. Avrupa`da ortaya çıkan ozan ve âşıklarımızın malzemesini Anadolu`daki değerlerimiz oluştururken Türklerin karşı karşıya oldukları sosyal ekonomik ve kültürel şartlar da bu malzemeyi süsleyip zenginleştirmiştir . Â şıklar toplumun içinden çıkan ve toplumun sesi olan kişilerdir. Her daim kültür aktarıcısı olma görevini üstlenmiş olan âşıklar, Almanya`da da bu görevi en iyi şekilde icra etmeye çalışmışlardır. Göçün ilk gününden beri Almanya`da yaşayan işçilerin sıkıntılarını, hüzünlerini, özlemlerini, kızgınlıklarını, beklentilerini dizelerine aktararak gurbetçilerin sesi olmuşlardır. Göçmen vatandaşlarımıza destek vermek, alışma süreçlerinin daha rahat ve hızlı olmasını sağlamak isteyen Türk hükümeti, vatandaşlarımızın müzik ve folklor ihtiyaçlarını sağlamak için batı müziği, caz ve Türk sanat müziği sanatçılarını Almanya`ya göndermiştir. Fakat gurbetteki vatandaşlarımızın aradığı bu değildir. Onlar özlemlerini, acılarını dillendirmek için topraklarının bağrından çıkan ve onun sesi olan saza ihtiyaçduymaktadırlar. Onların dinlediği ve dinlemek istedikleri âşıklar ve âşık havalarıdır. Bunun için önceleri plaklardan ve teyp kasetlerden Türk halk musikisi ve âşık havaları dinleyerek kendilerini bulmaya çalışmışlardır. Sonrasında ise Türkiye`den konser vermek için ozanlar, âşıklar gurbete davet edilmiştir. Türk işçilerinin sıkıntılarını, dertlerini, çektikleri acıları yakından bilen bu âşıklar, Avrupa`da yaşayan Türk işçilerin yaşayışlarını, karşılaştıkları problemleri şiirlerine, sözlerine, sazlarına dökmüşlerdir. Almanya`da yaşayan özverili âşıklar hem kendilerine destek olunması hem de kültürlerini birlik içinde yaşatmak için yukarıda ifade edildiği gibi Türkiye`den âşıkları davet edip halkı türküler ile buluşturmuşlardır. Sonrasında ise kendi çabaları ile özel geceler düzenleyip Almanya`da yaşayan âşıkları buradaki gurbetçilerle buluşturmuşlar ve Alman vatandaşlarını da davet edip geleneklerini tanıtmaya çalışmışladır. Â şıklar, içinde bulundukları toplumun duygu ve düşüncelerini dile getirip halkın problemlerine tercüman olan, halk arasında büyük rağbet görmüş kişilerdir. Aşk, kahramanlık ve sosyal sorunlar başta olmak üzere her konuda topluma ince bir dikkatle yaklaşan âşıklar buradan elde ettikleri çıkarımlar ile şiirler, hikâyeler yazıp söylemişlerdir. Bu kültür ürünlerinin aktarımını kimi zaman kahvehanelerde yapmışlardır. Almanya`da da kültür aktarımında önemli bir yere sahip olan kahvehaneler, yakın zamana kadar insanların serbest vakitlerini değerlendirdikleri bir mekân olmanın yanında müdavimlerini kültürel açıdan besleyen, duygu yönünü tatmin eden, sözlü kültür geleneğinin geniş kitlelere ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlayan bir müessese konumundaydı. Bu kültür müesseselerinin ilk akla gelen eğitimcileri de âşıklardır. Bu tür kahvehaneler yani adını âşık kahvehanesi olarak göreceğimiz yerler hem âşıklık geleneğinin icra edildiği, hem de yeni âşıkların yetiştirildiği bir ocak konumundadır. Türklerin bir araya gelip sevinçve hüzünlerini paylaştığı, haberleştiği, memleket meselelerini konuştuğu kahvehaneler, Avrupa`ya giden ilk kuşak tarafından fazlasıyla sahiplenilmiş, bu kültürün Avrupa`ya taşınması gurbette olma hissini de hafifletmiştir. Almanya`da 1983`ten sonra ortaya çıkmaya başlayan ilk gurbetçi kahvehanelerinin önce kültür derneği adı altında açılıp sonrasında kahvehaneye dönüştürüldüğü görülmüştür. Almanya`da âşıkların sanatlarını icra edip vatanına özlem duyanların hislerini doyurduğu yerler genellikle konserler, şölenler ve derneklerce düzenlenen aktiviteler olmuştur. Gurbetçi vatandaşlarımızın Almanya`da hemen her yönü ile küçük bir Türkiye oluşturdukları düşünülürse buraya yerleşen âşıklarımızın da gurbetçilerimizin dertlerine, sıkıntılarına dizeleri ile çare aradıkları görülebilir. Fakat bu noktada bir ayrım yapılıp âşıkları iki grupta değerlendirmek gerekmektedir. Birinci grup Türkiye`de tanınmış, âşıklık geleneğinin gereğince usta-çırak ilişkisi içinde yetişmiş, saz çalabilen yani âşıklık ifadesinin içini tam olarak doldurabilen kişilerdir. İkinci grup ise bu özelliklerin pek azına sahip, genellikle Almanya`da bu işe başlamış ve orada yavaş yavaş tanınmış kişilerdir. İkinci grupta yer alan âşıklar, Türkiye`de tanınmamış ve şiirleri yayımlanmamış kişilerdir. Bunların bir bölümü şiire Türkiye`de iken başlamış ise de amatör bir çabadan öteye geçememiştir.