ÖMER FARUK ÇAĞLAR

Anadolu’muzun her noktasında memleketimizin manevi önderleri metfun durumda. Türbeler, kabirler memleketimizin o noktalarındaki büyük kültür hazineleri. Hem yetiştirdikleri talebelerinin silsileleri halen devam ediyor hem de çoğu dergah halen hizmet sunuyor. Trakya’mızın güzel şehirlerinden Tekirdağ’da da şehre ışık saçan evliya türbeleri mevcut. 

Bunların başında Pir Ali Efendi (Ali Bin Nasuh) hazretleri geliyor. 

Pir Ali Efendi 

Osmanlı âlim ve velîlerinden olan bu büyük zaten tam ismi Pîr Ali bin Nasûh'dur. Tekirdağ yakınlarındaki Malkara’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1545 (H.952) yılında Malkara'da vefât etti. Vazife yaptığı mektebin bahçesinde defnedildi.

Annesinin babası Emîr Efendi, Cengiz askerlerinin İslâm ülkelerini istilâsıyla İran'danAnadolu'ya göç etmiş ve Tekirdağ yakınındaki Rodoscuk'ta bir yere yerleşmişti. O civarda İvaz Fakîh köyü yakınında bir mağara kazıp, ibâdet ve tâatle meşgûl oldu.O târihte Malkara kâdısı olan Karpuz Yahyâ Efendi, bâzı kerâmetlerini görünce, ona talebe oldu. Kızını da Emîr Efendiye verdi. Emîr Efendinin bu iffetli hanımdan üç kızı dünyâya geldi. Kızlar büyüyüp âkıl-bâliğ olduklarında, her birine birer mıshaf-ı şerîf yazdı. O beldenin ahâlisinden sâlih üç kimse ile kızlarını evlendirdi. Bu üç kızdan birini, Ankara vilâyetinden gelip Malkara'ya yerleşen Hoca Kemâl'in oğlu Nasûh Halîfe ile evlendirmişti. Emîr Efendinin Nasûh Halîfe'ye verdiği kızından bir torunu dünyâya geldi. Bu, Pîr Ali Efendi idi.

Ahlakını güzelleştirmeye çalıştı 

Pîr Ali Efendi, önce memleketinde ilim tahsîl etti. Zamânındaki âlimlerden ilim öğrendi. Dînî ilimleri tahsîl ettikten sonra, Çelebi Halîfe'nin talebesi Bâyezîd-i Rûmî'nin hizmetinde bulundu. Bâyezîd-i Rûmî Edirne'de idi. Onun yanında, tasavvuf yolunda ilerlemeye, ahlâkını güzelleştirmeye çalıştı ve yüksek derecelere kavuştu. Zamânın aklî ve naklî ilimlerinde âlim, bâtın ilminde mâhir oldu. Bâyezîd-i Rûmî'nin 1500 (H. 905) yılında vefâtından sonra halîfesi oldu. Bilâhare memleketi olan Malkara'ya döndü. Muhammediyye adlı eserin sâhibi Yazıcı-zâde'nin torunlarından birinin kızı ile evlendi. Malkara'da Turhan Bey Câmiine imâm ve hatîb, sıbyan mektebine de muallim ve müeddib, terbiyeci oldu. Malkara'da yıllarca, insanlara ilim öğretmekle meşgûl oldu. Vefâtına kadar Allahü teâlâya ibâdetten, insanlara doğru yolu göstermekten bir an geri kalmadı. Pek güzel şiirleri vardı.

Gülşeni Hazretlerine talebe oldu 

Pîr Ali Efendi,Malkara'daki vazifesine devâm ettiği sıralarda,Mısır'da bulunan İbrâhim Gülşenî hazretlerinin adı her tarafta duyulmuştu. Pîr Ali de, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin büyüklüğünü işitip hizmetinde bulunmak istedi. Onun sohbetlerinde bulunmak için sabırsızlanıyordu. Hemen yola çıkmak istedi. Nafakasını temin için bırakacak parası olmadığından, boşanıp boşanmamak husûsunda hanımını serbest bıraktı. Fakat hanımı boşanmak istemedi. Allahü teâlâya tevekkül edip yola çıktılar. İstanbul'a geldiler. Sabah vakti sâhilde denize bakarken, bir geminin yaklaştığını gördüler. Gemi Haliç'e gelip demir atınca, ondan, derviş kıyâfetinde bir grup insan çıktı. Pîr Ali Efendi bunların kim olduğunu sordu. İbrâhim Gülşenî olduğunu ve zamânın pâdişâhı Sultan Süleymân'ın dâveti üzerine İstanbul'a geldiğini söylediler. Sonra İbrâhim Gülşenî'nin yanına gitti. Elini öpmek için izin istedi. O zaman İbrâhim Gülşenî; 'Pîr Ali Dede, bizi buraya getiren, senin bize olan muhabbetindir' buyurdu. İbrâhim Gülşenî, Uzun Çarşı yakınında bulunan Çandarlı İbrâhim Paşa konağına yerleşti. Burada Pîr Ali, İbrâhim Gülşenî hazretlerinden çok istifâde etti. İbrâhim Gülşenî İstanbul'dan ayrılıp, Mısır'a hareket edeceği zaman, Pîr Ali'ye memleketine dönmesini işâret edince, Malkara'ya geri döndü. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp öğretmeye devâm etti.

Ahmed Sarban Hazretleri

Bayramiyye tarîkatı mensuplarından olan Ahmed Sarban hazretleri Hayrabolu'da doğdu. Doğum târihi belli olmayıp, 1545-46 (H.952)' de yine aynı şehirde vefât etti. Hayrabolu'da adına yaptırılan türbenin hazîresine defnedildi.

Küçük yaşta ilim öğenmeye başladı. Fakat sonra yeniçeri ocağında 26. ortayı meydana getiren Deveci ortasına kaydoldu. Çalışkanlığı ve zekâsı sâyesinde Devecibaşılığa kadar yükseldi.Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Irakeyn seferine Sârbânbaşı, devecibaşı olarak katıldığından bu lakapla tanındı.

Yine bu seferde, orduda gönül ehli Pîr Ali Sultan adında bir zât vardı. O, Ahmed Sârbân'ı gördüğü anda ondaki ilme karşı kâbiliyet ve istidâdı da sezdi. Kendisine pekçok nasîhatlarda bulundu.

Ahmed Sârbân sefer dönüşü görevinden ayrılarak kendisini tamâmen Pîr Ali Sultan'ın sohbetlerine verdi ve onun muhabbet halkasında eridi. Gönlünden dünyâ ve makam sevgileri silindi gitti. Varını yoğunu Allahü teâlâ yolunda harcadı.

Hocasının vefatından sonra Hayrabolu’ya geldi 

Ahmed Sârbân hazretleri hocasının vefâtından sonra Hayrabolu'ya geldi. Orada dîn-i İslâmı yayma yolunda pekçok gayret sarfetti. Talebeler yetiştirdi. Bir gün talebeleri arasından birinin hallerini anlıyamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu duyunca:

Evliyâya eğri bakma

Kevn ü mekân elindedir

Mülke hükmün süren oldur

İki cihân elindedir.

Sen ânı şöyle sanursun

Sencileyin bir âdemdir

Evliyânın sırrı vardır

Gizli âyân elindedir.

diyerek, velilerin cenâb-ı Hak katındaki değerine işâret etti. O talebe çok mahcûb ve perişân olarak özürler diledi, tövbe etti.

Hanımı geçimsizdi 

Rivâyete göre Ahmed Sârbân hazretlerinin çok huysuz ve geçimsiz bir hanımı vardı. Efendisini görmeye gelenlere içeriden; 'Siz bu heriften ne meded umuyor ve ne hayır bekliyorsunuz. Sizin işiniz yok mu?' diyerek bağırırdı. Birgün Şeyhin talebeleri hem bu durumu düşünüyor hem de birbirleriyle şöyle konuşuyorlardı. 'Acaba nasıl oluyor da Şeyhimiz böyle bir hanımla yaşayabiliyor, bir arada geçinebiliyor?' Onların bu düşüncelerini anlıyan Şeyh hazretleri şu cevâbı verdi:

'Dostlarım! Mesele sizin zannettiğiniz gibi değildir. Benim böyle bir kadına tahammül etmem, nefsânî bir hevesten değildir. Bu bizim talebelerimize verdiğimiz bir derstir. Maksat, çirkin huylu insanlarla da iyi geçinmektir. Sizin elinizdeyse nefsinizi içinizden atın bana öyle gelin. İşte bu kadar.'

Ahmed Sârbân hazretleri ömrünün sonuna kadar o kadının yaptığı eziyetlere katlandı. 1545 (H.952) yılında vefât etti. Doğum yeri olan Hayrabolu'da adına yaptırılan türbenin hazîresine defnedildi. Ahmed Sârbân hazretlerinin hanımı, beyinin kıymetini vefâtından sonra anladı. Şeyh hazretlerinin mezar taşına bir yastık gibi başını koyarak gece-gündüz; 'Ah ah! Yazık çok yazık ki, ben senin kadrini, kıymetini bilemedim.' diyerek ağlardı.

Behişti Hazretleri

Osmanlılar zamânında yetişen İslâm âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden, Edîb ve şâir olan Behişti’nin esas ismi, Ramazan olup babasınınki Abdülmuhsin'dir. Behiştî diye tanınıp meşhûr oldu. Edirne vilâyetine bağlı Vize kasabasında doğup yetişti. Doğum târihi tesbit edilememiştir. Daha çok Çorlu'da ikâmet etti.

Doğup yetiştiği şehirde, zamânın âlimlerinden ilim öğrendi. Bu maksadla çeşitli yerlere gitti. Zamânının büyük âlim ve fâdıllarından olan Muhaşşî Sinân Efendinin yanında dânişmend, yardımcı iken, İstanbul'daki evliyânın büyüklerinden Merkez Efendi hazretlerinin talebeleri arasına girerek, o büyük zâttan feyz almaya başladı.

Merkez efendinin talebesi oldu 

Merkez Efendinin sohbet ve hizmetinde yetişerek kemâle geldikten sonra Çorlu'ya gidip yerleşti. Uzun seneler, imâmlık, vâizlik ve hatîblik yaptı. Fesâhat ve belâgatı çok kuvvetli idi. İfâdesi çok güzel olup, herkes onun tesirli vâz ve sohbetlerinde bulunmak için can atardı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Çorlu'da kaldığı evin yanında bir tekke yaptırdı. Orada talebelere ders okuttu. Bir çok kimse kendisinden istifâde etti. Vefâtına kadar, burada ilme ve ilim tâliplerine hizmet eden Behiştî, 1571 (H.979) ve başka bir rivâyetle 1569 (H.977) senesinde vefât edince, tekkesinin avlusunda defnolundu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek derece sâhibi ve mübârek bir zât idi. Çok ibâdet ederdi. Dünyânın mevkıine ve malına düşkün değildi. Zühd ve verâ sâhibi idi. İlim, irfân ve mârifetteki üstünlüğü ile birlikte, şiir ve edebiyâttaki kâbiliyeti de fevkalâde idi. Arab edebiyâtını çok iyi bilirdi. Şiirleri pek makbûldür.

Behiştî bâzı kıymetli eserler de yazmıştır. Sâdüddîn-i Teftâzânî hazretlerinin Şerh-i Akâid isimli eserine ve Âdâb-İ Mes'ûdî adlı esere hâşiye yaptı. Şerh-i Miftâh'a ve Câmi' isimli esere de ta'lîk yaptı. Ayrıca; Cem Şah ve Âlem Şah isminde manzum bir eseri ve yarısı nazım, diğer yarısı da nesir hâlde olan Süleymânnâme isminde eseri de vardır.

Behiştî hazretlerinin şiirlerinden bâzı beyitler:

Visâlın Kâbe'dir, rûz-ı ecel azmi zamanıdır

Kefen ihrâmı, tâbût, ol yolun taht-ı revânıdır.

(Sana kavuşmak Kâbe'ye kavuşmak demektir. Ecel günü ise dünyâdan gitme zamânıdır. Bu yolda kefen ihram, tabût da yürüyen bir tahttır.)

Bülbül-i gülşen-i kudsüm bu cihân dâmımdır

Beni bunda tutan ol serv-i gül-endâmımdır.

(Ben aslında mukaddes ve azîz olan gül bahçesinin bülbülüyüm. Fakat vücûd denen dünyâ evinde hapsedildim. Beni burada eğleyen boyu gül gibi olan ve salınan servi boylu sevgilidir.)

Tekirdağ’dan Kırklareli’ne geçiyoruz. Kırklareli de tarihi eserlerle dolu bir ilimiz. Lüleburgaz ilçesi tam bir açık hava müzesi gibi. Lüleburgaz’da bir de büyük evliya yatıyor. 

Bu evliya Mehmet Eşref Efendi

Son devir Osmanlı ulemasından olan Mehmet Eşref Efendi,. 1839 (H.1255)da Lüleburgaz'da doğdu. 1953(H.1339) senesinde vefât etti. Aslen Lofçalı'dır. Babası Ali Kemâlî Efendi, âlim bir zât olup Lüleburgaz'da Sokullu Mehmed Paşa Medresesinde yirmi sene müderrislik yaptı. İlk tahsîlini babasından yaptı. Babası, 1855 senesinde hacca giderken vefât etti. Bunun üzerine yarım kalan tahsîlini tamamlamak için İstanbul'a gitti. Tırnovalı Hasan Sıdkı Efendinin derslerine devâm etti. 1872'de bu hocasından icâzet aldı. Ayrıca Amasyalı Abdülkerîm, Trabzonlu Hasan Sabri, Ahıskalı Şerîf, Tikveşli Yûsuf Ziyâeddîn Efendilerden de ders aldı. Zamânın büyük âlimi ve meşhûr velîsi Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinden de ilim ve feyz aldı. Bu hocası ona hadîs ilminde ve tasavvufta Hâlidiyye yolundan icâzet verdi.

1870 senesinde açılan imtihanı kazanarak Fâtih Câmii dersiamlığına tâyin edildi. 1886'da talebe mezun edip icâzet vermeye muvaffak oldu. 1874'te Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendinin teklifi ile İbtidâ-iHâric rütbesinde İstanbul rüûsu ilim rütbesi verildi. Sonra Süleymâniye rüûsuna, ilim rütbesine kadar yükseldi ve Süleymâniye Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. 1904'te haftada bir toplanan Şifâ-i şerîf heyetine de üye seçildi.

Çinli Hoca olarak biliniyor

1887 senesi Ramazan ayında huzur dersleri muhataplığına, 1909'da huzur dersleri ikinci ders mukarrirliğine tâyin edildi. 1911'de ise birinci mukarrirliğe tâyin edilip yedi sene bu vazîfede kaldı. Dördüncü rütbeden Osmanlı ve Mecdî nişanı ve üçüncü rütbeden Mecdî nişanı verilmiştir. Halîfenin irtibâtını sağlamak ve din bilgilerini öğretmek için Çin'e gönderilmiştir. Bu sebeple Çinli Hoca diye de anılmıştır. Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin otuz sene hizmetinde ve sohbetinde bulunmuştur. 1922 senesine kadar huzur dersleri mukarrirliği yapmıştır.

Şuhudi Efendi 

Tanınmış velîlerden olan Şuhudi efendinin asıl ismi Muhammed'dir. Şühûdî ismiyle meşhur olmuştur. Hasköy'de doğdu. 1612 (H.1021) senesinde Babaeski'de vefât etti. Kabri oradadır. Edirne'nin Babaeski kasabasında AliPaşa Câmiinde imâm-hatiplik yaptı. Tasavvufta Şeyh Yâkûb Efendinin sohbetinde kemâle erdi.

Tasavvufta yetişmesini şöyle anlatır: 'İlim tahsil ettiğim sıralarda bütün gayretimle dînin emirlerine uymaya çalışırdım. Tasavvuf ehli zâtların sohbet ve vâzlarına giderdim. Bir gün yine vâz dinlemeye gitmiştim. Vâiz efendi, kıyâmet günü insanların karşılaşacağı dehşetli ve müşkil hallerden bahsetti. Dinleyen cemâat o kadar etkilenmişti ki, feryâd ederek ağlaşmaya başladılar. Bu vâzı dinlediğim günün gecesi bir rüyâ gördüm. Kıyâmet günü olmuş, insanlar Sırat'ı geçmek için uğraşıyordu. Herkes bir kâmil zâtı kendine rehber edinmişti. Herkesin hâli rehberine soruluyordu. O olumlu cevap verirse, Sırat'ı geçiriyorlar, müsbet cevap vermezse geçirmiyorlardı. Ben de şaşkın bir halde Sırat'ı geçmek için yaklaştım. Bana rehberin kimdir? dediler. Rehberim yoktur, dedim. O sırada nûr yüzlü bir zât âniden karşıma çıkıverdi. Bana; 'Gel sen bizim torunlarımızdan ol.' dedi. Benim hakkımda iyi şeyler söyledi ve beni Sırat'tan geçirdiler, sonra uyandım. Bu rüyânın üzerine rüyâda gördüğüm zâtı devamlı aradım. Kasabamıza nice zâtlar gelip gitti. Hiçbiri ona benzemiyordu. Nihâyet bir gün Şeyh Yâkûb Efendi İstanbul'a giderken bizim beldeye uğradı. Huzûruna gittim, elini öptüm. Elini öpünce bana; 'Gördüğün rüyânın zuhûr etme zamânı yakındır.' dedi. Dikkatlice yüzüne baktım. Rüyâmda gördüğüm zât olduğunu anladım. Hemen teslim olup, talebeleri arasına girdim. Onunla birlikte İstanbul'a gittim. Sohbetlerinde bulunup, ondan terbiye gördüm.' İTTİFAK