İnsanlar edebiyattan bir yardım geleceğine eski çağlarda inananlar kadar inanmıyorlar artık.

Hani, esas etkeni biliriz de, bildiğimiz halde bir olayın bir sorunun çözümünde onun katkısını önemsemeyiz, başka şeylere sıçrama yapar zihnimiz ilgimiz canlılığını korur korumasına da, dağılırız. Ve bunun farkına varmayız. Şiire neden sağır olduk?

Dikkatimiz ayrıntılara boğulur bizim o ayartılara karşı uyanık olmayışımız yüzünden. Bugün artık renklere aldanıyoruz. Halbuki renklerin içimizde uyandırdığı çağrışımlar olmalıdır bizi ilgilendiren. İnsan, yaratılışı bakımından göze görülmeyen ilimle sürekli olan bir ilgiye eğilimlidir. Bu eğilim taşıma öyle yüzeysel de değildir. Lisan koku ve renklerin uyandıracağı ihsaslara dünden heveslidir. Düpedüz, yetenekli olmadır bu.

Çağrışımlar bizim ruh sağlığımıza durmadan etkide bulunurlar. Acaba bunun farkında mıyız? Çağrışım denilen var üzerine düşünüyor muyuz?

Gül kokladığımız zaman, biz en evvel bir gülü koklamak gereksinimimizi karşılamış oluruz. Bunu sonradan mı edinmişiz, ya önceden mi içimizde? Bu soruya bir cevap vermekten çok bu cevabı aramalıyız. Çünkü tabiat içinde bekleyen' canlılar, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi bize sorunun ipuçlarını sunacaklardır. Buna ayarlıdırlar. Anlamları kendi varedilmişlikleri ile bağlı değil belki. Gül, insan içindir.

Gülde evrensel bir ahengin bütün öğeleri bize kendini verir. Yürüyüp geçtiğimiz de olur, olmaz mı? Bir acelemiz olabilir ya da dalgınızdır. Dalgınlık uyku cinsinden sayılmaz mı? Bütün dış varlıktan kopmuşuzdur o anda. İçimizdeki sorunun mutlak egemenliği altındayızdır. Kazalar en çok dalgınlık yüzünden olmaz mı?

Çiçekler, insanoğluna masumluğun tazelenmesi gereğini yaşatır. Gerçekten bir gülün o eşsiz al rengi bizi bu kadar neden etkiliyor? Biraz eskice bir ifadeyi koyalım buraya: Bazı gül teshir eder.

Ne güzel söylemiştir atalarımız: Gülü seven dikenine katlanır. Parmağımızın ucunda bir kan tomurcuğu belirdiği zaman rengi gülün rengindedir.

Almancanın büyük şairi Rilke şöyle yazmıştı:

Gül, ey saf çelişki.

Başkasının bilmesi, bu dize bende 'çelişki' sözcüğünün hiçyitimsiz bir iyimserliğe yol açışı ile birliktedir. Büyük ahenge bir atıftır.

Gül ile şiir arasındaki ilişki, insanın yeniden keşfedeceği bir medeniyet bağıdır.

Şiirle insan arasındaki bağ ne durumda bu soruyu sormak borcundayız. Hakikî devlet adamını şiir ile olan münasebeti ile tartıya vuran bir telâkki vardır.

Yoksa şiir eski adamlara ait birşey miymiş? İnsan üşüyor bir delikanlı, bir gençkız 'şiir okuma' hayatlarında yok. Ne acı bir hüküm değil mi? Ama ne yazık ki gerçek. Günümüzün üzücü gerçeklerinden biri.

Şimdi, yazımızın başlangıçcümlesini hatırlayabiliriz: İnsanlar edebiyattan bir yardım geleceğine eski çağlarda inananlar kadar inanmıyorlar artık. İslâm Medeniyetinin 20. yüzyıldaki büyük birkaçşairinden biri, bir İngiliz eleştirmenin ise, çağındaki bütün Batılı şairlerden daha üstün bulduğu İkbal ne diyor:

Son yok anlaşılan yüksekliğe

Çetin iş kahramanlık yeryüzünde,

Topraktan ayağını çeken istekler,

Kaybeder kendini gökyüzünde.

Duysa yeter bir kez

Bize de ulaşacak nağmeyi,

 şık ile şairin

Tanrı`ya gönderdiği besteyi.

Merhum Turgut Akman`ın çevirisiyle Zülfikar Ali Han`ın İkbal`in bu parçasını yorumuna bakalım: 'Gücünü Tanrı`dan alan insanların azgın denizleri başarıyla geçişlerini gözünün önüne getiriyor (şair). Bindikleri gemiler belki ancak bir gülün narin petalleri kadar dayanıklıdır kendileri de belki zavallı karıncalardan fraksızdırlar. Ne var ki onları şeref limanına ulaştıracak yolu Tanrı`nın nuru aydınlatmaktadır. Bu ışıkla, modern ilmin ürettiği ölüm saçan makinalara sahip kudretli yöneticilerin yolları üstüne koydukları barikatları aşıp geçecekler ve dünyaya o unutulan besteyi yeniden dinleteceklerdir.'