TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

“Böylelikle Milli Misakımızda Lozan’da yapılmış olan fedakârlıkları ve verdiğimiz tavizleri (anlatarak) evvela Misak-ı Millimizin tamamen tahakkuk edemediğini millete açıkça söylemek civanmertlik ve hakikatçiliğine sahip olacaktık. Bunu da elbette elde edilen neticenin kusursuz, eksiksiz, tam ve mükemmel olduğunu iddia etmeye mecbur ve mahkûm iktidar yapamazdı. Bunu, Milli Mücadelede tertemiz emek ve himmetleri vatanın ve dünyanın tasdikinde olanlardan bir kısmı yapabilirdi. Tevazuu asla unutmayarak diyeceğim ki, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuranlar, hiç olmazsa bu “bir kısım milli mücadeleciler” idi. Bir tahammülsüzlük ve sebepsiz endişe, halledilmemiş milli meselelerimizin üzerine nisyan (unutuş) örtüsünü çekti ve bu meselelerimiz geçen zamanla halledileceği yerde gözlerden ve dikkatlerden uzak olarak kangrenleşti.”

Milli Mücadele’nin ilk beşinden biri olan Başbakan Rauf Bey (Orbay) vefatından kısa bir süre önce kendisini ziyaret eden Cemal Kutay’a Misak-ı Milli’nin eksikleri hakkında bunları söylemişti ki fazlası yok, noksanı vardır.

Biz Misak-ı Milli denilince ‘Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerin haritası’nı anlarız ama hakikat hiç de öyle değildir.

Bir kere Misak-ı Milli bir harita öngörmemiş, bir konsept çizmiştir. İkincisi, özellikle Lozan’da Musul vilayetini savunurken hiç de ‘Türklerin çoğunlukta olduğu yer’ söz konusu edilmemiş, ısrarla Türk-Kürt kardeşliği vurgulanmıştır. Üçüncüsü de nüfusunun 1923’te de bugün de yüzde 60-70’i Türk ve Müslüman olan Batı Trakya Yunanistan’a bırakılmışken kalkıp da Türklerin çoğunlukta olduğu yerleri savunan Misak-ı Milli haritası ile bugünkü TC sınırları örtüşür demek cehaletten başka bir şey değildir. Hatta Mustafa Kemal Paşa’nın Batı Trakya’yı ‘muhafaza edemeyeceğimiz’ gerekçesiyle Yunanistan’a bırakıldığını açıklayan İzmit konuşmasının Türk Tarih Kurumu neşrinde nasıl sansürlendiğini hiçbir yerden okumadıysanız Doğu Perinçek’in yayınevi Kaynak Yayınları’nın sansürsüz neşrinden okumuş olmanız gerekirdi.

TBMM üyeleri Lozan’da Misak-ı Milli’den fazla taviz verildiği şeklinde sert itirazlarda bulununca Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkıp Misak-ı Milli’de belli bir hat (sınır) çizilmediğini, Türk milletinin “isabet-i nazarı ve menfaati” neredeyse onun geçerli olduğunu söylemek zorunda kalmıştı. Demek ki pazarlıklarla şekillenecekti süreç ve Türkiye Antakya’yı Fransa’ya bırakmak suretiyle bunu daha 1921’de teyid etmişti. Nitekim Misak-ı Milli sınırlarımız içerisinde bulunan Antakya 1939’a kadar Fransız mandası altındaki Suriye’de kalmıştı.

Peki başka?

Lozan’da Misak-ı Milli’den verilen tavizler için illa 12 Adalara gitmek şart değil. Daha önce verilen mühim bir taviz vardır: 10 milyon altın ruble yardım yapılması karşılığında imzalanan Türk-Rus Kardeşlik Antlaşması gereği Sovyetler Birliği’ne bırakılan Batum eğer Rauf Bey’in dediği mantıkla ele alınmış olsaydı içimizde hiç değilse bir hicran yarası olarak kanaması gerekirdi ama hatırlatılmadı bile Misak-ı Milli sınırları içerisinde Batum diye bir vilayetimizin bulunduğu.

Şimdi o “halledilmemiş milli meselelerimiz”den Batum dosyasını açıyoruz. Rehberimiz Trabzon’un dürüst tarihçisi Mahmut Goloğlu. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Cumhuriyete Doğru adlı kitabın 135-143. sayfalarından bir özet çıkarmayı deneyeceğim (2010).

Batum nasıl kaybedildi?

Bugün Gürcistan sınırları içerisinde bulunan Batum vilayeti âlimler yatağı olarak bilinirdi. Osmanlı tarihinde bir çok Batumlu âlim yetişmiştir ki son örneklerinden biri merhum Mahmud Efendi’nin Şeyhi Ali Haydar Efendi’dir (Allah ikisine de rahmet eylesin). Hatta “Mecelle şârihi” namıyla şöhret salan Adalet Bakanı Küçük Ali Haydar Efendi de Batumluydu.

Öncelikle şunu söyleyelim ki, Batum’un Misak-ı Milli içinde bulunduğu, yemin metninde açıkça görülüyordu. Meclis-i Mebusan’da kabul edilmiş olan Misak-ı Millî’nin ilk maddesine göre Elviye-i Selâse bölgesi Türk millî sınırlarına dahildi. Kars, Ardahan ve Batum’u ifade eden 2. madde ise “halkı ilk serbest kaldıkları zamanda halk oylaması ile anavatana iltihak etmiş olan Elviye-i Selâse için gerekirse tekrar serbestçe halkoyuna müracaat edilmesini kabul ederiz” denilmekteydi. Yani iki aşamalı bir planımız vardı. A planı, Batum’un Kars ve Ardahan ile birlikte sınırlarımıza katılması, B planı bu mümkün olmazsa halkoyuna başvurularak sonucun belirlenmesiydi.

Peki gelişmeler nasıl seyretti?

İngilizler bir “Kafkas seddi” oluşturmak üzere Gürcistan ve Ermenistan’dan oluşan (buna Azerbaycan da dahil edilecekti) bir tampon bölge kurmak için adım atmıştı ama Menşeviklerin başarısız olması üzerine bölge yeniden Sovyet hakimiyetine giriyordu. İngilizler çekiliyordu. Bu iktidar boşluğundan istifade eden Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa giriştiği harekâtta bir yandan Ermenilerin Müslüman ahali üzerinde icra ettiği alçakça mezalimi önlerken diğer yandan Batum’a kadar ilerlemek suretiyle Misak-ı Milli’nin gerçekleşmesi için ilk ciddi adımları atıyordu.

Yalnız Ankara hükümeti bir yandan Kâzım Karabekir’e yürü derken diğer yandan Moskova’ya elçiler göndererek Sovyetler Birliği ile anlaşmaya çalışıyordu. Çünkü Stefanos Yerasimos’un deyişiyle “Türkiye’nin emperyalistlere karşı korunması Sovyetlerin korunmasıdır.” Türkiye ile anlaşmak Sovyetler Birliği’nin de güvenlik stratejisine uygun düşüyordu, çünkü aynı emperyalist güçlere karşı o da mücadele veriyordu.

İşte bu aşamadaydı ki Sovyetler, Karabekir Paşa’nın Ermenilerle imzalamış olduğu Gümrü Antlaşması’nın değiştirilmesini istemişti. 23 Şubat 1921’de Artvin ve Ardahan Gürcüler tarafından terkedilmiş, buralara Türk bayrağı zor kullanmadan çekilmişti. Gelin görün ki Ruslar Batum’u Türkiye’ye bırakmak istemiyordu.

11 Mart’ta Batum’a giren Karabekir Paşa’nın kuvvetleri burada ilginç bir manzarayla karşılaşacaktı. Ruslar da aynı gün hareket geçerek 19 Mart’ta Batum kapılarına dayandı. Ertesi gün hücum ederek şehre giren Rus süvari tümeni doğruca limanı işgal etti. Oysa iki gün önce şehirde Türk yönetimi kurulmuştu.

Ruslarla bir yandan kardeşlik paktı imzalıyorduk ama Batum’da iki tarafın kuvvetleri karşı karşıya gelmekle kalmamış, sıcak çatışmalar da başlamıştı. “Beklenmeyen bu saldırı ile önemli kayıplara uğrayan Türk birlikleri çevredeki sırtlara çekildiler.” Bu ne çelişkiydi böyle?

Meğer Batum’u vermişiz!

Karabekir’in kafası karışmıştı. Hem Batum Türklere bırakılmıştır deniliyordu, hem de üzerine Rus birlikleri gönderiliyordu. Tam bu sıradaydı ki Paşa 20 Mart’ta Moskova’daki Türk heyetinden bir telgraf aldı ve Batum’un 4 gün önce resmen bir antlaşmayla Gürcülere, dolayısıyla Sovyetlere bırakıldığını öğrendi. Meğer Batum çoktan yitirilmişti.

Aslında TBMM hükümeti daha Karabekir Paşa harekâta girişmeden önce Batum’un yitirildiğini kabul etmiş, Meclisteki müzakerelerde olsun, Moskova görüşmelerinde olsun Rusların Batum’u istemeleri karşısında verimkâr davranmıştı. Karabekir Paşa kendi kendine gelin-güvey mi olmuştu? İşin garibi, Batum’un verildiğinden ne orayı işgal etmiş bulunan Paşa’nın, ne de TBMM üyelerinin haberi vardı.

Batum’un Sovyetlere bırakılışının bedeli olan 10 milyon altın Rublenin ilk 4 milyonluk kısmı Karabekir Paşa’nın Batum’da Batum’un verildiğini haber aldığı gün Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey eliyle Türkiye’ye doğru yola çıkacaktı. Lakin kimsenin Batum’un verildiğinden haberi olmadığı gibi tersine Batum’un Karabekir Paşa tarafından kurtarıldığı haberleri basında yer alıyor, halk bu “zafere” seviniyor, yurdun türlü yerlerinden Batum’un kurtuluşunu kutlayan telgraflar Meclise yağıyordu.

Trajediye bakar mısınız? Batum’u vermişiz ama halk ve vekiller Batum’un kurtarıldığını sanıyordu! Gülüyorduk ağlanacak halimize.

İşte tam bu sırada Mecliste bir gizli oturum düzenlendi. Batum’un verildiği anlaşılır gibi oldu, Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) tepki olarak “Batum yoksa Misak-ı Milli de yoktur” mealinde konuştu. Yuvarlak laflarla cevap verilir gibi yapıldı. Antlaşma metni kürsüden okunurken Batum’un bırakıldığına dair hüküm bilerek atlandı. Onay için Meclise kasten geç getirildi, çünkü infial uyanacağı biliniyordu.

“Mebusların olaya alışmalarına çalışıldığı anlaşılıyordu. Nitekim Mustafa Kemal Paşa gizli oturumda yaptığı açıklamalarla, mebusları Batum’un yitirilmesi zorunluluğuna inandırdı. Bu sırada Rus altınları da Ankara’ya gelmeye başladı.” (Goloğlu, s. 141)

Mustafa Kemal yanıldığını itiraf etmiş

21 Temmuz 1921’de Moskova Antlaşması TBMM’ye getirildiğinde Batum’u kaybettiğimize dair madde üzerine konuşan dahi olmayacaktı. O sırada Batum’un 5 vekili bulunuyordu Mecliste. Onların canı fena halde yanmıştı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu ne de olsa. Bu 5 vekil antlaşmanın reddini isteyen bir önerge verdilerse de reddedildi.

Sonunda Moskova Antlaşması 5 red, bir çekimsere karşı 201 oyla kabul edildi. Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey “Ne yapalım” demişti, “Türkiye’nin ve Türklüğün yararı bunu gerektiriyor.”

Başka söz alanın olmadığı oylamadan sonra Misak-ı Milli’yi ilk zedeleyen, ilk taviz veya fedakârlığı yapmamıza yol açan Moskova Antlaşması üzerine Batum vekili Ali Rıza Bey 20 Mayıs 1969’da şunları anlatmıştı Cumhuriyet gazetesine:

Mecliste ağlayanlar oldu, “Batum’u terk etmiyoruz” dendi. Fakat Atatürk endişeye düştü, “Batum kurtulsun, Türkiye ne olursa olsun mu diyorsun?” dedi. Netice olarak Batum için anlaşmaya varıldı. Birkaç ay sonra Atatürk beni yanına çağırdı. “Müdafaan yerinde imiş. Batum bizde kalmalıydı” dedi. Delil olarak da Rusların Batum’u bırakmayız düşüncesiyle petrol borularını Batum’a yakın bir şehre çevirdiklerini söyledi. Büyük insan hatayı kabul buyurdu ve mahrem iki cümle ile beni teselli ve tatmin etti. Fakat bütün fedakârlıklara rağmen Batum’un anavatandan ayrılışı beni etki altında bıraktı.

Batum’dan Türkiye’ye ne kaldı biliyor musunuz? 1923 yılına kadar TBMM’de 5 Batum milletvekili, illeri kaybedilmesine rağmen vazifelerine sanki Türkiye sınırları içinde bulunan bir vilayetin mebuslarıymış gibi devam etti. Teselli ikramiyesi mi demeli, bilemedim.