Kainat yaratılaberi daima bir kevn-ü fesad halindedir. Yani bir oluş ve  o oluşumun bir daha bozuluşu ile devamlı bir sirkülasyon söz konusudur.

Tıpkı her gün birbirini takip eden gece gündüz, ilkbaharı takip eden sonbahar ve dolar boşalır bu dünya misafirhanesinde ölüm ile doğum gibi...
İnsan tüm bu oluşumların özü olduğu gibi bozuluşların da temelinde yer alır. Fakat insan denilince bizim aklımıza hep "imar eden" bir oluşumun parçası yahut yapıcısı olabilen varlık tasavvuru belirir. Halbuki var oluşların iktiza ettiği yok oluşlarda da insan baş roldür. Mamafih insan oluşlarının öznesidir çünkü yok oluşlar yani bozulmalar genelde çaba gerektirmez kendiliğinden gerçekleşir veya oluştaki bir ihmal ya da eksikliğin ortaya çıkması ile tezahür eder.
Her halükarda bir tekevvünün parçası olan insanoğlunun bu tekevvündeki teşekkülünden ziyade ehemmiyetli olan teşekkülündeki idrakini tedebbürdür. Yani evet insan teki bir varlığın içinde vardır fakat niye vardır? Ve en önemlisi neyi var etmek için vardır? Neyi var edeceğini bilemeyen insanın ne var ettiğinin bir önemi var mıdır?
Elbette bunu mümkünatının olduğu durumlar gerçekleşebilir. Kişi rüzgarlı havada rüzgarın oraya buraya savurup nihayet bir karaya kavuşturduğu bir yelkenli olmayı da tercih edebilir. Fakat böyle bir sonuçta varılan kara oraya varan kişiyi yeterince tatmin edebilir mi? O yüzden insan yola çıkmadan önce varacağı menzili tayin etmeli daha sonra yürümeye başlamalıdır. Fakat insan ulaşmak için belirlemiş olduğu hedefin kendi kapasitesine istidatına ve isteğine uygun olup olmadığının analizini dikkatli bir titizlikle yapmalıdır.
Yani aslında olay dönüp dolaşıp insanın kendisini ne kadar bildiği tanıdığı bahsine döner. "Kendini bilmek" ile "Ne istediğini bilmek" her zaman aynı şey olmayabilir. Kişi bambaşka şeyleri yapabilme melekesine sahip olup bambaşka şeyler yapmak istiyor olabilir hatta bunun nedeni ailenin çevrenin şunun bunun yönlendirmesiyle yahut da ekonomik sosyolojik kültürel koşulların gerektirdiği daha doğrusu zorunda kıldığı bir mecburiyet de olabilir. Tüm bu sebepler bir kenara insanı amaçları doğrultusunda eyleme geçiren ana saika içten gelen karşı konulmaz dürtü ve insanın aidiyet duygusunun oluştuğu mercii keşfetmesidir.
Aidiyet duygusu kişinin güvenli alanıdır. Arapça kökenli "aidiyet" kelimesi taalluk eden yani bir ilgisi bulunan anlamının yanı sıra "geri gelmek, avdet etmek" anlamlara da gelir. İnsan teki de ait olduğu yeri bulana kadar dolaşır durur en sonunda yapacağı kendi içindeki hakikate avdet etmektir. Kişi kendi özüne ulaştığı nispette kendi yerini bulmuş hissedecektir. Ve artık bulduğu yabancı değil kendindendir. Böylece bilinmezliğin ve belirsizliğin korkusundan azade olacak neyi bina edeceğinin bilgisine sahip olabilecektir. Ayriyeten İnsan isterse binlerce şehirler gezmiş olsun tıpkı çocukluğunun geçtiği kendi mahallesine döndüğünde hissedeceği sıcaklık gibi kendisine kendisini hatırlatan derin bir ünsiyetin sonucunda aidiyet hissi kıvılcımlanmış olacaktır.
Madem ki ne yapacağını bilmek ne olduğunu bilmekten geçiyor ve ne olduğunu bilmek de insanın bir alaka içinde olduğu görünür görünmez bağlar ile perçinlendiği olgularla şekilleniyor öyleyse insan zihnen, ruhen, bedenen âşinası olduğunu mükâşefe etmek zorundadır. İnsanın âşinası olduğu aşiyan olduğuna denk geldiğinde kendindeki mücevher tebellür edip gün yüzüne çıkacaktır.
İnsan her ne kadar kendini tanıma (bilme) iddiasında bulunsa da hakikate erişmek her zaman için mümkün değildir. Çünkü züpde-i alem olan insanın kendinden kendine yaptığı yolculukta sadece alemin içinde değil içinde alemler barındırır. Nice okumaların kendini bilmekliğe uzanan yolunda kişi kainatı temaşa ettikçe temayülü değişir. Böylece isteğinilen de amaç edinilen de değişebilir. Fakat kişi amaç edinmekten vazgeçmemelidir. Her an bir tahavvül içinde olan insan uzun vadeli planlar hedefler yerine kısa vadeli hedeflerle adım adım yapabileceklerini ve yapmak istediklerini göz önünde bulundurup ona göre seyir mekanizması oluşturması ile tekamülü gerçekleşir.
Şimdilerde en çok çekindiğimiz şeylerden biri de hedef değiştirmektir. Çoğu insanın amaç edinmiş olduklarından kendisinin bizzat karar vermediği bir gerçekken kişinin farkındalık düzeyi arttıkça hedeflerindeki farklılık daha doğru tabirle güncelleme olması gayet tabiidir. Ta ki ne istediğini bilene dek. Ne istediğini ve neye yatkın olduğunu anlayana dek... Bu durum çoğu zaman büyük bir cesaret gerektirir çünkü önceden belirlenmiş hedefe harcanan zaman verilen emek bunu güçleştirir ama kişi ayağını sıkan bir ayakkabı ile en fazla ne kadar yolculuk yapabileceğini ve bu uğurda nasıl bir zaiyat vereceğini de hesaplamalıdır. Esasen her şey bir kâr-zarar oranın döngüsünde yerini bulur. Hayatın al ver dengesinin içine insan emeği çabası ve karşılığı da dahildir.
Tastamam bir kadercilik anlayışına sahip değilim fakat bazen hayat hesapla değil nasiple yaşanır demekten de kendimi alıkoyamıyorum ama hesap edebiliyor olmak da nasibe dahildir.
Demem o ki; hayatın türlü cilveleri olsa da ne istediğini bilen ve o uğurda sahih bir gayret içinde olabilen dünyadaki yerini bulma saadetine erişecektir. Kendi toprağını bulmuş bir ağaç misali kökleri sağlamlaştırıp göğe onlarca dal uzatmanın ancak bu sayede gerçekleşebileceği su götürmez bir hakikattir. Göğün sonsuzluğu insanın kendi aleminin açık kapısıdır. O kapıdan girmek kendi alemini temaşa ile mümkündür.