HALİDE NUSRET ZORLUTUNA

Meşrutiyet öncesiydi ufacıcık bir çocuktum o zaman; “ramazan geliyor” denilince, evdeki mutlu değişikliği sezer, o telaşlı, heyecanlı havaya kendimi kaptırıverirdim. Evde bir temizlik, bir temizlik... Parlatılan gümüşler, aynalar, camlar, kapı tokmakları. Tekrar tekrar gıcır gıcır silinen tahtalar.

Bir yandan da o kadar sevgi ile saygı ile, özel hazırlıklarla beklenen “Mübarek Ramazan”ı merak ederdim doğrusu. Minicik kafamın engin hayal aleminde ona türlü şekiller verirdim. Her önüme gelenden de onun hakkında bir şeyler öğrenmek isterdim. Onlar gülerler, beni okşar ama merakımı giderecek bir cevap veremezlerdi bana.

Bir iki yıl böyle geçti. Yaşım altıyı bulunca, bir ramazan gecesi birdenbire kafamda bir şimşek çaktı sanki; önüme seriliverdi. Ona “Bereket ayı, huzur ayı” denmesinin sebeplerini de artık açık seçik anlamıştım. Rahmetli anacığımın, teravih namazından sonra, beni dizlerine oturtarak, o pek tatlı sesiyle yavaş yavaş anlattığı güzel gerçekler bende bu ani uyanıklığı meydana getirmişti. Sevinç içinde:

“Anneciğim ben de oruç tutacağım” demiştim.

“Olur yarın tut, ama daha çok küçüksün, bütün ramazan oruç tutamazsın” cevabını vermişti.

O gece kalkıp büyüklerle beraber sahur yemek pek hoşuma gitmişti. Fakat ertesi gün akşama doğru, orucun o kutsal sarhoşluğundan duyduğum ilk büyük manevi haz, hâlâ bütün kutsallığı ile parıl parıl içimde yaşar.

Etrafımdaki insanların yüzlerindeki ilahi nuru da o gün ayan beyan görmüşümdür. 

“Bereket ayı” demişlerdi ona. Evet... Sanki yerden bereket fışkırıyor, gökten bereket yağıyordu.

Ramazan başında arabalar dolusu gelen o çeşit çeşit ramazaniyelik erzak; bütün sene her mevsimin meyvelerinden yayılıp “ince kiler”in bembeyaz keten örtüler serili raflarda ramazan için ayrılan reçeller... Kavanozları içinde altına, zümrüde, yakuta benzettiği parıl parıl kayısı, incir, vişne, kızılcık, gül reçelleri... Artık biliyordum: Bütün bu bol ve nefis yiyecekler bir evde yenilip tüketilmiyordu. Her konağın, her büyük evin kanatları altında bir iki küçük ev vardı ki “ramazan için hazırlanan” erzakın bir kısmı, sessiz, sedasız, gizlice o evlere akıyordu. Ve bu mübarek ayda, her evden bereket, neşe taşıyordu. Hastalar, yaşlılar, yetimleriyle dullar, erkeksiz ya da az gelirli evler aynı gıdalarla doyup besleniyordu. İşte İslam’ın istediği müsavat (eşitlik). Dinimizin bize emrettiği eşlik, en çok mübarek ayda kendini gösteriyordu. 

Küçük evlerin bayramlıkları da ramazan ayı içinde büyük evlerde hazırlanır, gizlice bohça bohça yavru evlere gönderilirdi. Bu bohçalar içinde ihtiyar ninelerin baş örtülerinden, küçük torunların çoraplarına, pabuçlarına kadar bütün iç ve dış giyecekler bulunurdu.

O zamanlar memlekette şimdiki gibi yüzlerce hayır cemiyeti, yüzlerce sosyal dernek yoktu. Amma dinimizin beş temel direğinden biri olan “zekât” müessesesi vardı. Bir de mahalle teşkilatları vardı ki, yardım edenle, yardım edilenin adları, sanları, boy boy resimleri teşhir edilmezdi. Hastalara, ilaçları, öğrencilere kitapları defterleri, gelinlik kızlara çeyizleri derhal el altından yetiştirilir, el birliği ile yeni evlere her şeyi tamam, mükemmel bir evceğiz hazırlanıverirdi...

Yitirdiğimiz güzel dinî ve millî geleneğimiz arasında bana en çok acı vereni bu gizli mahalle teşkilâtımız olmuştur. Onu kaybetmiş olmanın ıstırabını hâlâ içimde taşırım...

Kimdir:

İstanbul’da 1901 yılında doğmuştur. Erenköy Kız Lisesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki eğitiminden sonra 1924’te öğretmenliğe başlamıştır. 1957’de emekliye ayrılmıştır. Şiir yazmaya mütareke yıllarında başladı. Kurtuluş Savaşı döneminde Milli Edebiyat akımına katıldı. Şiirlerin beraberinde hikâye, deneme ve roman dalında da eserlere imza attı. Yazıları Milli Mecmua, Çınaraltı, Hisar gibi dergilerde yayınlandı. 10 Haziran 1984’te İstanbul’da vefat etti. 

Editör: Elif Şahin