İnsanlar, işlerin kötüye gittiğini bile bile niçin hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ederler? Yapılacak olanın ne olduğu çoğu zaman bilinir. Ya da şöyle diyebiliriz 'yapılması gereken nedir?' diye sorulduğunda herkesin bir çok çözüm önerisi vardır. Çözümlerimizde yapılması gereken işleri çoğu zaman kendimiz dışındakilere yükleriz. Kendimizi çözümün dışında tutarız. Sorumluluk almaktan, işin altına elimizi koymaktan neden geri dururuz? Hayatın her alanında yaşanan sorunlar az çok bilinmekte ve o sorunların çözüm yolları da bilindiği halde neden hala o sorunlarla yaşamaya devam ederiz?

Bir kanıksama, bir duyarsızlaşma, bir umursamazlık halidir almış başını gidiyor. Kimsenin gerçekten yaraya merhem olmak gibi bir derdi yok. Çözüyor görünmek, uğraşıyormuş gibi yapmak, yardımcı oluyormuş gibi davranmak, ilgileniyormuş gibi yapmak çağımızın en büyük aldatmacası olsa gerek. Sözünü ettiğim mesele bir sektörle, bir meslekle ya da bir kurumla ilgili değil, neredeyse hayatın her alanıyla ilgili. Kamu ya da özel sektör ayırımı yapmadan, dini ya da gayri dini ayırımı yapmadan söylüyorum,  hayatın her alanında benzer bir durumla karşı karşıyayız. Sağlıktan eğitime, ekonomiden güvenliğe, siyasetten bürokrasiye, aile hayatından toplumsal yapıya, diyanetten kültüre, imardan adalete; Kısacası her yerde.

Sorunlar dile getiriliyor, şikayetler ilgili mercilere bildiriliyor, kayıtlar alınıyor, takip numaraları veriliyor, ya sonrası? Orası bir dipsiz kuyu. Herkes sorumluluğu bir başka kuruma, bir başka kişiye atıyor. İş dönüp dolaşıp en başa geliyor. Artık bu durumu herkes o kadar kanıksamış ki hiçbir sonuçalamayacağını bile bile 'ya tutarsa' diyerek öylesine dile getiriyor insanlar sıkıntılarını. 

Meseleye biraz daha daraltarak ve somutlaştırarak devam edelim isterseniz. Okullardan, eğitimden, okullarda yaşanan bir takım sorunlardan söz edelim. Bütün öğretmenlerin, idarecilerin, ebeveynlerin ve politikacıların gündeminde olan bir konu var: Öğrencilerin derslere ilgisizliği, motivasyonsuzluğu, hedefsizliği. 

Her yüz öğrenciden beş, on kişiyi geçmiyor artık ilgili öğrenci sayısı. Hiçbir hedefi olmayan, öğrenme hevesi bulunmayan öğrencilerin doldurduğu sınıflarda keyifle ders işlemek imkânsızdır nerdeyse. Öğretmen istediği kadar hazırlık yapsın, farklı yöntemler denesin, öğrencinin katkısı, ilgisi yoksa bir ilerleme sağlayamaz. Bunu herkes bilir. Okullarda işlenen dersler öğrencilerin ilgisini çekmiyor artık. Bu tespiti bilmeyen de yoktur. Ama ne hikmetse aynı şekilde devam ettirilir. Neden? Neden bu konuda bir adım atılmaz? 

Öğrenci hakkında ebeveynlerle konuşursunuz, öğrencinin derslere ilgisizliğinden söz eder, bir çözüm bulmaya çalışırsınız.  Onlar da bütün sorumluluğu okula, öğretmene yükler ve çözümü sizden beklerler. İster ki okul çözsün, öğretmen halletsin her şeyi. Çocuğun ciddi boyutta oyun bağımlılığı, sosyal medya düşkünlüğü vardır. O konuda ailesinden yardımcı olmasını istersiniz, o durumda bile bir şey yapamayacaklarını, okulun bu konuda önlem almasını bekleyen ebeveynler vardır. Öğrencinin sınav notları düşük geldiği zaman, yapılan sınavlarda öğrencisi yeterli başarıyı gösteremediğinde ilk suçlanacak yer öğretmen ve okullardır genellikle. Az sayıda insaflı ebeveynlin olması sevindirici olmakla birlikte yeterli değildir. Günümüzde öylesine farklı ve bencilce bir ebeveyn tutumuyla karşı karşıyayız ki nasıl bir tepki vereceğimizi, nasıl bir iletişim dili geliştireceğimizi kestiremiyoruz çoğu zaman. Ebeveynler arasında okulu, öğretmeni, yöneticileri aşağılayan, saygı duymayan, tepeden bakan bir dil yaygınlaşıyor. Arzu ettiği şeyi alamayan, talebi yerine getirilmeyen hemen CİMER` e ya da farklı mercilere şikayete  koşuyor. Okuldaki bütün ilgi ve alakanın kendi çocuğuna gösterilmesini talep ediyor. Başkasına saygı duymuyor. Öğretmene, emeğe saygı duymuyorlar. Her şeye müdahale etmek istiyorlar. Öğretmenleri, sınıfı, diğer ebeveynleri yönetmek istiyorlar. İstiyor ki her şey onun etrafında gerçekleşsin.

Elbette bütün ebeveynler böyle değildir. Farklı farklı tutum sergileyen ebeveynler de vardır. Bir de her şeyi kabul eden, ne derseniz size hak veren ama bir türlü adım atmayan, atamayan ebeveynler vardır. Her görüşmede 'tamam bu sefer olacak' dersiniz ama hiçbir şeyin değişmediğini bir kaçgün sonra hemen anlarsınız. Onarın da iradeleri çok zayıftır. Uygulama konusunda adım atmazlar. Alıştıkları bir konfor alanının dışına pek çıkmazlar. Sadece sorunu ötelerler. Bilseler ki her örtülen sorun ileride daha büyük bir sorun olarak karşılarına gelecek. Belki o zaman daha kararlı olabilirler.

Olayın bir de öğretmen boyutu vardır. Onlar da her şeyin farkındadırlar. Okulda, sınıfta, öğretimde yolunda gitmeyen her şeyin farkındalar.  Artık tek tip bir öğretmenliğin, standart bir yaklaşımın işe yaramadığını biliyorlar. Öğrencilerin her birinin farklı olduğunu, farklı öğrenme sitillerine sahip olduğunu, her öğrencinin yetenek ve becerilerinin farklı olduğunu biliyorlar. Eğitimde farklılaştırma, zenginleştirme, çeşitlendirme konusunda defalarca eğitim almışlardır. Oyun ve oyunlaştırmanın öğretimdeki etkisini çok iyi biliyorlar. Standart ödevlendirmenin kimseye bir faydasının olmadığını, ödevlerin öğrencinin ihtiyacına göre olması gerektiğini de defalarca duymuşlardır. Öğrencilerin başarısında sıkı bir takibin, motivasyonun, sorumluluk bilincinin ne kadar önemli olduğunu da çok iyi biliyorlardır. Yine ailelerle sağlıklı bir iletişimin, iyi bir işbirliğinin, geri bildirim vermenin ne kadar faydalı olduğunun bilincindedirler.

Sınıf düzeninin, defter düzeninin, çanta, sıra, oda düzeninin öğrenmede önemli olduğunu, dikkati toplamaya katkısını grup çalışmalarının, akran akrana öğrenmenin kalıcı öğrenme sağladığını az çok her öğretmen bilir. İnteraktif dersin ne olduğunu, faydasını, çocukların  derslerde ne kadar çok aktif olursa o kadar daha iyi öğrendiğini, söz almanın, konuşmanın özgüveni geliştirdiğini bilmeyen, inanmayan öğretmen yoktur.

Peki bütün bunlara rağmen okullarımız, sınıflarımız mevcut haliyle geliştiren, besleyen, büyüten, değiştiren, dönüştüren, üreten  bir eğitim ortamı olarak mı duruyor karşımızda? Ebetteki hayır. Bilmek yeterli değil öyleyse değil mi?

Bildiklerimizi uygulama sahasına aktarmıyorsak, denemiyorsak hiçbir şeyin değişmeyeceğini de biliyoruzdur muhtemelen. Uygulanmayan bir fikrin, uygulanmayan bir düşüncenin kimseye bir faydası yok. 'Eyleme geçmeyen düşünce, meşgul ettiği beyin hücresinden daha fazla büyüyemez' der, Arnold H. Glasow. Ayrıca,  'Faydasız ilimden Allaha sığınırım' diyen bir peygamberin ümmeti olmakla övünürüz değil mi?

Bilgi, ancak uygulamaya konulduğunda, birilerinin hayatında işe yaradığında, insanlığın kullanımına sunulduğunda, kendisiyle bir amel işlendiğinde faydalı hale gelir. Aksi takdirde kuru bir bilgi yığını olarak kalır. Ona eskiler 'malumatfuruşluk' demişlerdir. 

Artık boşa kürek çekmenin, yapıyor gibi görünmenin, bilgiçlik taslamanın, sorunların üstünü örtmenin, görmezden gelmenin, sadece algıya oynamanın, sonuçvermeyen boş meşguliyetlerin, faydasız  çalışmaların sona ermesi gerekiyor. Herkesin aklını başına alması ve gerçekten 'ne oluyor?' diye sormasının vakti geldi, geçiyor. Çok manidar bulduğum bir karikatür vardı: Bir çocuk suda boğuluyor, çırpınıyor, 'imdat!' diye bağırıyor. Etrafındaki herkes olayı videoya çekmek için yarış içerisinde ama  kimsenin çocuğu kurtarmak aklına gelmiyor ve çocuk herkesin gözü önünde boğulup gidiyor. Evet, durumumuz trajikomik gibi görünse de maalesef böyle.

Ü mitsizlik doğru değil elbette. Her zaman bir çıkış yolu vardır. O yüzden ışıklar kapandığında, etraf tenhalaştığında, kendimizle baş başa kaldığımızda acı gerçekle yüzleşeceğiz. Bir millet olarak bu yüzleşmeyi aslında her gün yapıyoruz. Bir yandan da hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyoruz.

Yaşanan onca olaylar, acılar da bizi hala uyandıramıyorsa ne diyebiliriz ki? Gelin hep birlikte bildiklerimizi uygulama sahasına taşıyalım. Denemekten vazgeçmeyelim. Yorulmaktan korkmayalım. Abraham Lincoln` un da dediği gibi:

'Hiçbir şeyden asla vazgeçme çünkü vazgeçenler yalnızca kaybedenlerdir.' 

Yeterince kaybetmedik mi ?