Birey davranışlarındaki bozulmanın ötesinde toplumsal düzeydeki yozlaşmanın, değerlerden uzaklaşmanın temelinde yatan faktörlerden birisi de duyarsızlaşmadır. Duyarsızlaşma bazı şeylere karşı korku, heyecan, kaygı, sevinçvb duygularımızın ortadan kalkması şeklinde izah edilir. Mesela, kaygı veya korku duyduğumuz şeyleri sürekli yapar ve üzerine gidersek bu duyguları yenebiliriz. Duyarsızlaşmanın bir de toplumsal boyutu vardır. Örneğin, sürekli kötü şeylerin yaşandığı bir ülkede insanlar, bu tarz şeylere karşı tepkisiz hale gelebilirler. Bu tepkisizlik birçok olumsuzluğun hasıraltı edilmesinin zeminini hazırlar. Duyarsızlaşan insanlar, zor durumdaki bir insana yardım etmemeyi vicdan meselesi boyutuna taşımadan atlatırlar. Bu hâl toplumun geneline yayıldığında ise, toplumun parçası olan büyük bir kitle için yalnızlaşma, sefalete sürüklenme, şiddete maruz kalma gibi olay ve durumlar sıradanlaşır.

Alışma ise daha fazla biyolojik temellidir. Duyu organlarımızın karşılaştığı ve bir süre maruz kaldığı bir dış uyarana, ilk anda tepki vermesine rağmen bir süre sonra hissizleşmesi durumudur. 'Bir köye gelin giden kız, hayvanların tezek kokusundan çok rahatsız olur. Şartlar gereği hayvanlar evin alt katındadırlar. İlk günler ne yapsa, evini ne kadar temizlese kokuyu gideremez. Bir gün kaynanası, yıllar önce bu eve kendisi gelin geldiği ilk zamanlarda aynı kokuyu kendisinin de duyduğunu ama evi temizleyip pakladığını bir daha da etrafta koku falan kalmadığını söyler.' Bu alışmaya iyi bir örnektir. Yeni gelin de bir süre bu kokuya maruz kalacak ve hissizleşecektir.

Kadavra ile ilk karşılaştığında korku duyup, sonrasında bu görüntü kendisi için sıradanlaşan bir tıp öğrencisinin duygu durumu ile kadına şiddet haberlerini ilk kez duyduğunda büyük tepki verip, her akşam benzer olayları haber kanallarından izleyip hissizleşen insanlar benzer bir ruh haline sahiptirler. Ekonomik olarak ne durumda olursa olsun değişen durum ve ilk zam haberlerine karşı şiddetle karşı çıkan birey her gün gelen zam haberleri karşısında tepkisiz hale gelir.

Kolombiyalı ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez`in 1981 yılında yayınlanan yedinci romanı 'Kırmızı Pazartesi' de işleneceğini herkesin bildiği fakat engel olmak için hiçkimsenin bir şey yapmadığı bir cinayeti konu alır. Marguez bu romanda Kolombiya`da çocukluğunu geçirdiği bir kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet olayını aktarır. Romanın kahramanı olan Santiago Nasar`ın öldürüleceği daha ilk satırlarda bellidir.

Pablo ve Pedro Vicario kardeşler aldıkları bir duyum sonucu Santiago Nasar`a kinlenirler. Ellerine aldıkları birer kasap bıçağı ile kasaba meydanındaki bir mekânda Santiago Nasar`ı beklemeye başlarlar. Bu iş için ise piskoposun kasabalarından geçeceği pazartesi gününü seçerler. Tüm kasaba halkı heyecanlıdır. Herkes piskoposu karşılamak için en güzel giysilerini giymiştir. Santiago Nasar`da orada olacaktır. Vicaro kardeşler bu cinayeti işleyeceklerini yolda rastladıkları ve bekledikleri mekândaki herkese anlatırlar. Santiago Nasar henüz ortalıkta görünmezken kasabada çok fazla sayıda insan onun öldürüleceğinden haberdar olur. Bazıları, 'Nasıl olsa haberi vardır. Birileri mutlaka söylemiştir,' diye düşünür. Bazıları ise, 'Santiago`yu bulamadıkları için ya da bulmak için çok da fazla çaba harcamadıkları için cinayet herkesin bilgisi dâhilinde gerçekleşir.

Kırmızı Pazartesi romanı, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portresini de çizer. Böylece bir toplumsal ruhçözümü niteliği kazanmış olur.

Gazeteci Kevin Carter, Portekizli gazeteci Joao Silva, İspanyol gazeteciler Jose Maria Luis Arenza, ile Luis Davilla ve Japon gazeteci Akio Fujiwara ile birlikte Birleşmiş Milletler`e ait insani yardım gemisiyle Güney Sudan`a giderler. BM yetkilileri bir köy yakınında kurdukları merkezde mısır dağıtmaya başlarlar. Kevin Carter bir ara bu merkezin dışına çıkar. Bir kilometre kadar merkezden uzaklaştırmıştır ki hayatını değiştirecek olayla karşılaşır:

Zayıflıktan ölmek üzere olan Afrikalı küçük kız çocuğu kampa doğru gelirken yığılıp kalmıştır. Hemen arkasında ise ölmesini bekleyen bir akbaba vardır. Kevin Carter akbabayı korkutup kaçırmamak için on metre kadar yaklaşır ve deklanşöre basar. İki hafta sonra fotoğraf New York Times`ta yayınlanır. Fotoğraf bir sonraki gün dünyanın pek çok yerinde yayınlanır. İnsanlar küçük kız çocuğunun kaderini sormak için gazetelerle temasa geçerler. Sudan`a yapılan insani yardımlar patlama yapar. Bir yıl sonra, Nisan 1994`te dünyanın en prestijli gazetecilik ödüllerinden olan Pulitzer Ödülü Kevin Carter`e verilir. Fakat ödül alan fotoğraf dünyada büyük tartışmalara sebep oldu. Kız çocuğunun akıbetini bilen yoktur. Hedefteki isim Kevin Carter`dır. 'Yardım görevlisi değilim. Sadece fotoğrafçıyım. Ü stelik bulaşıcı hastalıklar nedeniyle hiçkimseye dokunmamamız konusunda uyarılmıştık,' açıklaması tepkileri daha da büyütür. Kevin Carter tepkilere dayanamayıp, 27 Temmuz 1994`te intihar eder.

Duyarsızlaştığımızda Aylan bebeklerin kumsallara vuran bedenlerine ait görüntüler sıradanlaşır. Her akşam ekranlara yansıyan kadın cinayetleri çeşitli bahaneler eşliğinde, meşru hale getirilir vicdanlarda. Zulme uğrayan bir insanın yanında durmayan bir birey, topyekün sömürülen bir millet içinde benzer bir tepkisizlik hâlindedir. Duyarsızlığa eşlik eden alışma hâli kök saldığında, toplumda nizam öyle bozulur ki

Ahlaksızlık çoğalır, ahlaklılar yadırganır hale gelir.

Tembellik alır yürür, çalışanlar göze batar.

Yolsuzluk, haksızlık tabana yayılır, rüşvetsiz iş yapılmaz olur.

Sokağın bir köşesine bırakılan ilk çöp ile başlar her şey tepki gösterilmediğinde, görüntüye alışır herkes o köşe çöplüğe dönüşür.