Cem Karaca’nın sesi, bu 1 Mayıs’ta yine meydanlarda yankılandı. Yüzü pankartlarda, sesi megafonlarda, şarkıları sloganlara karışmıştı.

Ancak ne tuhaftır ki, bir zamanlar o sesi susturmaya çalışanlar, bugün onun adını kendi sahte “devrimci romantizmlerine” parlatılmış bir vitrin süsü olarak kullanıyorlar. Darbe döneminin baskıcı zihniyeti, şimdi onun üzerinden nostaljik efsaneler uyduruyor.

Oysa bu topraklardan açıkça kovulmuş bir adamdı Cem Karaca. Yıllar sonra gözleri yaşlı bir şekilde döndüğü ülkesinde, bu kez aynı gözler bağlı halde dolaştırıldı. Zira Cem Karaca, alenen kandırılmış, yüzüne baka baka yalan söylenmiş biriydi. Bugün o yalanlar posterlerde dolaşıyor; onu yıllarca “hain” ilan edenlerin çocukları, şimdi onun sesini kendi ideolojik mezarlıklarına mezar taşı yapmaya çalışıyor.

Sanki onu sürgüne gönderen irade başka, işkence odalarını kuran eller başkaymış gibi... Taksim meydanlarında Cem Karaca’ya alkış tutanlar, zamanında onu vatandaşlıktan çıkaran askeri vesayetin adını anmıyor. Şarkılarını yasaklayanlar unutuluyor, o yasakları kaldıranlar ise yuhalanıyor. Ne kadar acı, ne kadar kirli bir döngü bu!

Almanya’da sürgünde çürütülürken adını dahi anmayanlar, onu memlekete geri getiren adamı da bilinçli bir suskunluğa gömüyor. O isim Turgut Özal’dı. Bugün Cem Karaca’nın “dönüşü”, bir tür mukaddes yeniden doğuş anlatısına çevrilirken, onu bu dönüşe ikna eden insana tek bir cümleyle dahi yer verilmiyor.

Oysa Karaca, “Ben ülkeme dönmek istiyorum,” dediğinde, telefondaki ses şöyle demişti: “Evladım, şarkı söylemişsin... Ne olabilir ki?” Bu sahne, bir sanatçının ülkesine kavuştuğu, bir milletin kendi sesiyle barıştığı andı. Ama bu sahne, 1 Mayıs meydanlarında yok!

Geçtiğimiz yıl vizyona giren ve kısa süre önce televizyonda yayınlanan Cem Karaca’nın Gözyaşları filmi de bu eksikliği sürdürüyor. Sanatçı yalnız, vatanından uzakta... Fakat onu yeniden Türkiye’de sahneye çıkaracak, inandıracak iradeye filmde yer verilmiyor. Ne Turgut Özal’dan bahsediliyor, ne gençlik yıllarında ona ilk sahne imkânını sağlayan organizatör Hamdi’den.

Cem Karaca’yı sahiden sevenler, onu müzikle buluşturan iradeyi neden yok sayıyor? Film, Karaca’yı ideolojik bir figüre indirgerken; onun manevî dönüşümüne, tasavvufa ilgisine, metafizik yalnızlığına tek bir cümleyle bile dokunmuyor. Oysa film, “Allah Yar” şarkısıyla bitebilirdi. Ama yapımcılar, sahneye kendi kafalarındaki Cem Karaca’yı çıkarmayı tercih etmiş.

Hâlbuki Karaca’nın dönüşü sadece politik bir karar değildi; aynı zamanda ruhi bir yolculuktu. Almanya’daki yalnızlık, ona sadece memleket özlemini değil, gerçeği de tanıttı. Şarkılarındaki öfke zamanla bilgeliğe; dışa patlayan itirazları, derin bir iç sessizliğe dönüştü. Ancak bu dönüşüm, senaristin ideolojik kalıplarına uymadığı için filmde yer bulamamış gibi görünüyor.

Cem Karaca, Türkiye’ye döndükten sonra bazı “solcu” çevrelerce “dönme” ilan edildi. Oysa yanıtı netti: “Behice Boran, Gorbaçov ya da Çavuşesku’yla mı görüşecektim? Romanya’ya değil, Türkiye’ye dönmek istiyordum.” Bu sözler, yalnızca şahsi bir tercihi değil, çok derin bir yüzleşmeyi de anlatıyor.

Bugün “Cem Karaca bizimdir” diyenlerin pek çoğu, onu ülkeden eden zihniyetle asla hesaplaşmadı. Tıpkı, Nazım Hikmet’in vatandaşlığını iade eden Erdoğan’dan ya da 1 Mayıs’ı resmî tatil yapan Erdoğan’dan bahsetmedikleri gibi... Bu ülkede hakikatin sesi hâlâ ya korkak ya da cılız çıkıyor.

Cem Karaca’nın gözyaşları gerçekte sadece bir sanatçının değil, inkârla, yalnızlıkla ve sessizlikle sınanmış bir halkın gözyaşlarıydı. O gözyaşlarını anlamadan, dualarını duymadan ve kendisine yalan söyleyenlerle yüzleşmeden bu hikâye tamamlanamaz.