İnsanoğlu, büyük bir merakla dünyaya gözlerini açar. Henüz yeni doğmuş iki üçaylık bir bebeği dikkatlice izleyin bu gerçeği rahatlıkla gözleyebilirsiniz. O küçücük çocuk, etrafında olup biten her şeyi, çevresindeki hareketli, hareketsiz bütün varlıkları büyük bir merakla ve heyecanla izler.

Bu izleme dönemi, ileriki yaşlarda soru sorma ve öğrenme isteği şekline dönüşür. Konuşmayı yeni öğrenen bir çocuk, yakın çevresinde olup biten her şeyi sormaya başlar. Çoğu zaman anne babalar, çocuklarının bu bitmek tükenmek bilmeyen soruları karşısında âciz kalırlar ve 'Yeter artık gına`a geldi, sorma!' diye çocuklarını bir güzel sustururlar.

Bu anne babalar bilseler ki, insanların öğrenmeleri merak duygularına bağlı, o zaman çocuklarını daha çok soru sormaya teşvik ederlerdi. Ama ne yazık ki bu gerçeği bilen ya da bildiği halde uygulayan anne baba sayısı oldukça az.

Her insan, mükemmel bir merak duygusu ile dünyaya gelir. Her insanda var olan bu merak duygusu, yanlış uygulamalar sonucu köreltilmektedir.

Merak duygusu köreltilen milyonlarca çocuğa eğitim vermek onları büyük ideallerle yetiştirmek ne yazık ki mümkün olmuyor.

Öğrenme merakla başlar. İnsan, önce bilmediği bir şeyi (konu ya da nesneyi) merak eder. Ve merak ettiği konuyu araştırmaya başlar. O konu hakkında gözlem yapar, sorar ve öğrenir.

Merak yoksa öğrenme olmaz. Çünkü öğrenme isteği merakla uyanır.

İnsanların küçük yaşlarda çok hızlı bir öğrenme içinde oldukları araştırmalarla kanıtlanmıştır. Bu gerçeği atlarımız da   'Ağaç, yaş iken eğilir.'  sözü ile dile getirmişlerdir.

Çocuklar altı, yedi yaşına kadar günde ortalama yedi, sekiz tane kavram ve kelime öğrenirler. Bu elbette onların bitmek tükenmek bilmeyen merakları sayesinde olur.

Ne kadar merak, o kadar öğrenme. Ne kadar merak, o kadar başarı.

Gelelim bu günkü okullarımızdaki uygulamaya. Okullarımız büyük bir merak öldürme makinesi gibi çalışmakta.  Büyük bir merakla okul sıralarına merhaba diyen çocuklar,  on beş yıllık eğitimleri sonucunda özgüvenlerini, teşebbüs ruhlarını kaybetmiş, öğrenme isteği ölmüş, hayattan beklentileri bitmiş ya da değişmiş bir gençolarak çıkıyorlar.

Bu gün binlerce üniversite mezunu genç, ilkokulu bile bitirememiş binlerce işverenin yanında bir eleman olarak çalışmaktadır. Bu durum size neyi gösterir bilmem ama bana, okulların, insanların girişimciliğini, kendine güvenini kaybettirdiğini gösterir. Yani okumayanlar daha başarılı oluyor sonucu çıkabilir bu olaydan.

Okullarımızda uygulanan programlara baktığımızda yukarıda anlatılanlar bizi şaşırtmamakta. Çünkü okullarımızda tatbik edilen eğitim modeli, özgürlükleri kısıtlayıcı, bireysel farklılıkları ortadan kaldıran bir yapıya sahip.

Çocukların merak duyarak ve isteyerek öğrenecekleri dersler yerine, ne öğrenmesi gerektiğini virgülüne varıncaya kadar belirleyen bir program var bu gün.

Farklı soru soranın suçlandığı, konu dışında söz alanın horlandığı, öğretilenlerin dışında düşünce bildirenlerin dengesiz addedildiği, sınavlarda kitapta olmayan bilgilerin yanlış sayıldığı sınıflarda okuyan çocukların merak duyguları, güven duyguları körelmesinde ne olsun!

Her öğrenciyi aynı kalıba sokan, farklılıklara tahammül göstermeyen bir eğitim sistemi içinde yer alıyoruz.

Her ne kadar, mili eğitim bakanları çıkıp farklı şeylerden söz etseler de uygulanan sistem ne yazık ki böyle. Yukarılarda konuşulanlar, yazılanlar sınıflara yansımıyor. Yansıması da çok zor görünüyor. Çünkü ortada bir alışkanlık var ve kimse alışkanlıklarını değiştirmeyi düşünmüyor.

İlköğretim okullarının 1. sınıfına yeni kayıt yaptıran öğrencilerin ilk günlerini bir göz önüne getirin. Ne kadar doğallar. Ne kadar farklılar ve ne kadar samimiler. En önemlisi de ne kadar da meraklılar. Gözleri ışıl ışıl;

Her şeyi sorarlar öğretmenlerine. Hiçbıkmadan sorarlar. Bir dakika bile yerlerinde oturamazlar. Öğretmenlerini de oturtmazlar.

Ya sonrası?

Ya diğer sınıflar?  İşte, orası tam bir facia.

Orada ne oluyorsa oluyor. Sonuçta, soru sormaktan korkan, merak etmeyen, doğallığını kaybetmiş, öğrenmeye karşı dirençgösteren, heyecansız, isteksiz ve mutsuz bir öğrenci çıkıyor karşımıza.

Bu gün liseler, ortaokullar mutsuz ve heyecansız öğrencilerle dolu.

Öğrenciyi siz, meşru yollarla tatmin edemezseniz o, tatmini gayri meşru yollarda arayacaktır. Ki günümüz gençliği,  başta uyuşturucu olmak üzere bir sürü zararlı ve sapkın yollarla karşı karşıyadır.

Okullarımıza tertemiz, pırıl pırıl gelen fakat okullarımızdan aynı şekilde ayrılmayan binlerce öğrencinin varlığı artık herkesçe biliniyor. Peki, okullarımızda ne oluyor da, o kıpır kıpır, öğrenme isteğiyle yanıp tutuşan öğrenciler körelip yozlaşıyor?

Onları o hale kimler getiriyor? Ya da hangi süreçonları bu hale getiriyor?

Bu soruların cevabı kolay değil elbette, ama şunu da söyleyemeyiz herhalde: 'Çocuklar, kendi kendilerine bu hale geliyor.'

Hiçbir şey kendi kendine bu kadar kötüleşemez. Bu işi tek başına bir kişi ya da kurum da yapamaz. Bu bozulmanın altında kolektif bir şuursuzluk olmalı. Yani okullar, öğretmenler, sistem, medya, toplum ve devlet bu sonuçlardan ortak olarak sorumludur.

Peki, çözüm ne? Çözüm de bana göre, ortak bulunmalı. Tek başına öğretmenler ya da okullar sağlıklı bir çözüm getiremezler. Çözümün içinde de problemi oluşturanların hepsi olmalı. Kolektif bir uyanış, eğitim ve kültür seferberliği gerçekleşmeli. Sistemin aksayan yönleri revize edilmelidir

En önemlisi de okullarımızda okutulan müfredatlar, ders kitapları ve eğitim öğretim programları yeniden, insan ruhuna ve çağa uygun bir şeklide oluşturulmalıdır. Öğretmenler bu sistem üzerine yetiştirilmeli, aileler bilinçlendirilmelidir. Kısacası toplumun her kesimi eğitim konusunda bilinçlendirilmeli ve harekete geçirilmelidir.

O zaman birçok sorun zaten kendiliğinden çözülecektir.