Türk Edebiyatı Vakfı`nın Çarşamba Toplantıları`ndan birisinde o konuşuyordu. Konu Türk şiiri idi. Her zaman olduğu gibi programın sonunda soru-cevap faslı vardı. Bir kaçsoru sorulmuş ve rahmetli Ahmet Kabaklı tam programı sonlandıracaktı ki, Dilaver Bey araya girerek bana hitaben 'Cafer, senin mutlaka sorun vardır' dedi. Gerçekten de vardı, ama orada sormayı düşünmüyordum. Dilaver Bey`in sözünden kuvvet alarak 'Hocam, Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkû ma Mektup adlı şiirinizi size yazdıran duyguyu anlatabilir misiniz?' diye sordum. O şiirin ikinci kısmında geçen,

'Sana bu mektubu evimin balkonundan yazıyorum
Sağ elimi koyuyorum tam yüreğimin üstüne
Çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı duyuyorum
Ulu kayalar parçalanıyor beynimin bir yerine
Bir yerinde demirden dağlar eriyor
Atlas yelkenli gemileri unutmuş bir kaçlevent
Viski kokulu bulvarlarda yavaş yavaş ölüyor.
İstediğin o seccadeyi hemen gönderiyorum
Ü stünde kabe resmi ve anamın duları var
Ve bildiğin sebeplerden ben gelemiyorum
Yine biliyorsun ki sevmedim ülküden başkasını
Başı dumanlı dağları, dolunayı, ufukları
Birde Çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı
Önce Allah sonra genlerim şahit sevgimi
Ü çbinyıl sonra doğacak torunuma yolluyorum
Trahomlu şairler doğruluyorlar masaların altından
Parmakları fahişelerin karanlık saçlarında
Benim kalemimden kan değil süt damlıyor
Geceler boyu böyle geleceği emziriyorum
Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını
Bir de seni çok seviyorum'

mısraları o sıralar zihnimde ve damarlarımda dolaşıyordu. Bir türlü de kurtulmak istemiyordum. Hala da bu ve Sitare,İltica,Bir Yalnız Savaşçının Ölümü,Yıldız Sarayında Fesler ve Şamdanlar, Eski Bir Kasaba Sevdasından Kalanlar..gibi bir çok şiirinin beni terk etmelerini istemem.

Dilaver Bey soruma çok memnun oldu. Çok ta duygulandı. Çünkü bu şiiri ona yazdıran duygu 'Çankaya yokuşunda birlikte şarkı ve marşlar söyledikleri, çok sevdiği bir arkadaşı ile yıllar sonra karşılaştıklarında birbirlerini tanıyamamaları' nedeniyle yaşadığı duygu ve düşünce ile bu şiiri yazmıştı.

Bir akşam Cağaloğlu`nda tinerci bir çocuğa iki lira para vermişti. Ben 'Hocam bu nasıl olur. Tiner alacak' dediğimi hatırlıyorum. Ü stelik aynı zamanda ilahiyatçıydı ve İlahiyat Fakültesi`nde de öğretim üyesi idi. Bana hitaben 'Önemli olanın başkasına bir şey verirken, verenin niyetinin ne olduğudur. Tinerciye para verirken çorba içmesini düşünerek verdiğini' söylemişti.

Yine bir gün onunla İstanbul Ü niversitesi`nin, Eczacılık Fakültesi tarafından başlayan ve Esnaf Hastahanesi`nden sağa kıvrılarak Süleymaniye`ye dolanan yolda karşılaştım. Dar`ul Ziyafe`ye gidiyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü Mülkiyetinde olan Süleymaniye`deki Dar`ül Ziyafe o zamanlar Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı`na tahsis edilmişti. Vakıf Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan hoca da, Hayrettin Nuhoğlu Bey`e tahsis etmiş ve Osmanlı mutfağına özgü yemekler yapan bir tarihi mekandı. Türk Yemekleri konusunda da uzman olan Dilaver Cebeci buranın yemek danışmanlığını da yapardı. Daha çok Cumartesi günleri gelirdi. Ben de randevu alarak bazı günler ona uğrardım. Ziyaretine geleni asla açgöndermezdi. Eğer tok isek de mutlaka Osmanlı mutfağının muhteşem şerbetlerinden ikram ederdi.

Selamlaşıp, kucaklaştık. Hal hatır sorduktan sonra da görüşmeyeli hayatımızda nelerin değiştiğini anlatmaya başladım. Benim o sıralar öğretmen olarak Bilecik`e tayinim çıkmıştı. Henüz başlamamakla beraber ona söyledim. Buna çok sevindi. Ve bana hitaben Ziya Gökalp vari bir nasihatle 'Bak Caferciğim. Öncelikle tekrar hayırlı uğurlu olsun. Yirmi beş yıl devlette öğretmen olarak çalışıp üniversiteye intisap eden birisi olarak tecrübelerim bana şunu öğretti
a-)Öğretmenle öğrenci arasındaki ihtilafların yüzde doksan beşinde öğretmen haksızdır. Başka bir ifade ile öğrenci haklıdır.
b-)Türk Eğitim sistemi yüzde atmış olan normal düzeydekileri hedef aldığından dolayı yüzde yirmişer civarındaki normalin üstü ve altındakiler ziyan olmaktadır. Bu durum çok kötüdür. Bu nedenle çoğunlukla asla uğraşma. Meslek hayatında adam gibi üçöğrenci yetiştirirsen dahi başarılısın'
dedi.

Hiçbir zaman aklımdan çıkarmadığım bu iki nasihatin doğruluğunu ben de yirmi beş yıllık öğretmenlik hayatımda hem gördüm hem de Dilaver Bey`in nasihatlerini bir muska gibi zihnimde ve gönlümde taşıdım.

Aslında bu konuşmadan önce de bir süre ücretli öğretmenlik yapmıştım. Zeytinburnu İhsan Mermerci Lisesi`nde. Okulun müdürü olan Mehmet Karaca İstanbul Ü niversitesi Tarih Bölümü Mezunu olduğu için güvendiği arkadaşlarına özellikle İstanbul Ü niversitesi mezunu olup, okulunda edebiyat dersi verebilecek birisini bulmalarını söylemiş. Arkadaşlar da bana söylediler. Ben de gittim. Hiçdüşünmediğim öğretmenliği de orada sevdim.

İhsan Mermerci Lisesi`nde bulunduğum kısa dönemde yaptığım işlerden birisi de duvar gazetesi çıkartmaktı. O haftaki/ayki sayının başlığı ise 'Sulanan Çiçekler' idi. Takdim yazımızın bir kısmı: 'Sulanan Çiçekler tabiri şair, yazar, sosyolog ve düşünür; gibi birçok özelliği şahsında taşıyan Doç. Dr. Dilaver Cebeci`nin 'Ve Sığınırım İçime' adlı şiir kitabının bir bölümünün başlığını oluşturan, 'Çölde Çiçek Sulamak' tabirinden esinlenerek alınmıştır. Burada 'Sulanan Çiçekler' ve 'Çölde çiçek sulamak' tabirleri kesinlikle olumsuz yergi manasında kullanılmamıştır. Nitekim şair Dilaver Cebeci de 'Çölde Çiçek Sulamak' şiirini

Bir çocuk çağrısında her çileyi çekerim.
Önüme düşen olsa masallara giderim.
Anladım oyuncakmışım oğlumun ellerinde,
Soluğu göğü delen

Kaskatı gerçeklerim.
Dizeleriyle tamamlamaktadır.

Dilaver Cebeci`ye dair söyleyeceklerim ve yazacaklarım biter mi?
(Bu konuya devam edeceğiz.)