Yeni Dünya Vakfı’nda devam eden ‘Bâbıâli Enderun Sohbetleri’ nin 37. Toplantısı’nda klasik Türk edebiyatının efsane adı Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan yâd edildi. Tarlan’ın hayatı, edebiyat tarihçiliği, şairliği ve nesirleri üzerinde duruldu. Mehmet Nuri Yardım’ın yönettiği toplantıya konuşmacı olarak Prof. Dr. Kemal Eraslan ve Abdullah Uçman iştirak ettiler. Talebelerinden Şakir Diclehan, Nihat Çeçen, Muhammet Necdet Dursun’un yanı sıra çeşitli vesileler ile tanışma imkânı bulan Nurettin Taşkesen, Hayri Ataç gibi katılımcılar da hatıralarını aktardılar.

Şahsına münhasır biriydi

Toplantıda Tarlan’ın talebelerinden Prof. Dr. Kemal Eraslan, 'Divan edebiyatını daha güzel bilen, sevdiren bir kimseye rastlamadım' dedi. Mehmet Nuri Yardım açış konuşması ve Tarlan’ın biyografisini sunumunun ardından, Prof. Dr. Kemal Eraslan sözlerine teşekkür ederek şöyle başladı: '1950’de talebe oldum. Aradan yetmiş sene geçti. Nur içinde yatsın Hocam. Şahsına münhasır bir kişiydi. İlmî hüviyeti şu vereceğim örnekte çok belliydi. Metin şerhi yaparken bazen bir kelimede tereddüt hâsıl olurdu ve bize sorardı. Acaba bu kelimeyi nasıl manalandırmalıyız yahut bir beytin içinde geçen kelimeyi söylemezdi. ‘Bu beyitte eksik olan en uygun kelime hangisidir?’ derdi ve biz o beyite en uygun kelimeyi bulmaya çalışırdık. Hocamız mükemmel Farsça bilirdi. Bu bakımdan kendisine ‘Acem Nihad’ diye bir takma ad koymuşlardı. Ve İran Devleti’nin kuruluşunun 2500 yılındaki toplantıya Hoca’yı davet ettiler. Orada kendisine devlet nişanı verdiler. O kültürü yaşayan bir kimse, o kültüre hizmet eden bir kimse, o kültürü yazıya döken bir kimseydi.'

Uçman: Amfi dolup taşardı

Ali Nihad Tarlan’ın talebelerinden Prof. Dr. Abdullah Uçman ise Hocanın çok sevildiğini ve devam mecburiyeti olmadığı halde ders verdiği amfinin dolup taştığını söyledi. Uçman hatıralarına şöyle devam etti: '70’li yıllar, maalesef talebe hareketlerinin yeni yeni başladığı, gerçekten hatırlanması bile insana korkunç gelen önce başlangıçta taşlı sopalı, daha sonra bıçaklı, silahlı çatışmaların yaşandığı bir ortamdı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ben de Hocanın talebesi olma mutluluğuna erenlerdenim. O yıllarda Cumartesi günleri de öğlene kadar resmi daireler de okullar da açıktı. 69 ve 70’li yıllar... Benim birinci ve ikinci sınıf yıllarımdı. Hoca’nın dersleri cumartesi günüydü ve Edebiyat Fakültesi’nin 7 numaralı amfisinde yapılırdı. Hoca devam mecburiyeti istememesine rağmen o amfi dolar geç kalanlar yer bulamayanlar merdiven kısımlarında oturup dersini dinlerlerdi. Hoca’nın son derece zarif bir gümüşten bastonu vardı. Onu ihtiyaçtan değil de fantazi olarak kullanır, o bastonu ile gelir derse, tahtaya zarif rika hattıyla bir beyit yazardı. Beyitler genellikle ya Fuzuli’den ya Baki’den ya Zâti’den ya da Şeyh Galip’ten olurdu. O yazdığı beyti bir ders boyunca en ince ayrıntısına kadar mazmunları, oradaki girift hayaller, edebî sanatlar, tarihi ve alt yapısıyla uzun uzun ders boyunca şerh ederdi.'