Modern çağlarda insanlar melânkolinin ağına takılmıştır dersek yanlış bir şey mi söylemiş olacağız?

Ha, söylemekten kaçınırız. Türkçe özgüvenli bir dildir söyle-mek bir fiil olarak Arapçadaki itiraf etmeye karşılık gelir. İtirafın mastarına bir bakalım şu anda:...

Söy-le-mek için bir öz-eleştirimiz olması gerekir. Öncelikle, söy-le-ye-bil-mek.

Melânkoliye daha bir yakınlaşırsak, aman dikkat, ona dışardan bakmaya devam ederek, ey kalem -kurşunkalemle yazarım, cebimde bir silgi bir de kalemtıraş taşırım + yedi yaşın tahassüslerine yakın tutar beni- ey kalem, okurlarımı yanıltmayasın. Melânkolik damgasını yemeyi kim ister ki? Hatta daha ötesi var doğrudan doğruya psikiyatrinin konusudur artık o. Tam da bu noktada 20. yüzyılın mübdî şairlerinden, bana göre aynı zamanda bir estet olan Ahmet Hâşim`in bilindik mısrasını çağırmalıyız.

Melâli anlamayan nesle aşinâ değiliz.

Acaba melânkoli ile melâl aynı şey midir? Ben o kanaatte değilimdir. Aksine melâli anlar, kapsamalarına nüfuz edebilirsek, belki de melânkoliden çıkmanın bir imkânı demek olur. Melâl bu yazının konusu olmayacak elbet. Fakat bütün bir aydınlar dünyasının üstünde durması gerekir. Yazar-okur birlikte.

Hatta daha ötesi var demiştim ya, manyak teşhisi kondu muydu iş Allah`a kalmıştır. Günümüzde ifrat-tefrit gerginliği hayatımızda öyle yerleştirmiştir ki, bir bozukluğu işaret eden bu sıfatın önüne bir de ego eklenmiş durumda. Öfke boşaltırcasına: -bırak ya, egomanyağın teki o herif dendiğini gözleimle gördüm. Belediye otobüsünde akşamleyin, iş dönüşünde oldu bu geçenlerde.

Obsede, manyak, melânkolik psikiyatrinin sürekli konularından biri olmuş durumda. Obsede, obsession`ın kişileştirme söylenişi. Takıntı, takıntılı diyor yalın konuşanlarımız. Halk ve kir tutmaz yaşamak çağındakiler, yani gençlerimiz yalın konuşurlar. Bilmem dikkat ettiniz mi, yalın konuşmanın riyâsız yaşamak istemi ile şiddetli bir ilgisi vardır.

1930`larda yayımlanmış bir 'Ruhiyat' kitabında Şahsiyetin meş`ur teşevvüşleri diye bir ara başlık vardır. Günümüz Türkçesiyle Kişiliğe yerleşmiş karışıklıklar şeklinde olur.

On dokuzuncu yüzyılda İsviçre`nin Cenevre şehrinde doğmuş şair Amil hatıralarının bir yerinde şunu der: 'Hayat bana o kadar tabiî bir ruya gibi görünüyor ki hemen gözlerimi kapasam bir muhtazır (can çekişen) hayatı yaşayabileceğim. Su, bulut, buğu gibi ieyler ne kadar kararsızsa benim ruhum da öyle. Ruhumda her şey denizin üzerindeki dalgalar gibi bir çıkıyor, bir iniyor.'

Amiel, burada okuruna sırlarını açıyor. Sanki demek ister ki 'ey milletim sen de benim gibisin. Ben sen`im. Sen de ben. Batı`nın tarihinde, edebiyatta Eleştirmen`in olmazsa olmaz bir fenomen halinde ortaya çıkışının sebebi belki burada yatar.

Olumlu psikoloji alanında şöyle bakılır: Takıntılı insanlardan biri şöyle demiş: 'Kendimi çift hissediyorum, sanki iki müfekkire (düşünme kuvveti) ruhumda çarpışıyor bunlardan biri tamamen benim müfekkirem. Bu, düşünüp taşınmak istiyor fakat beceremiyor. Diğeri ise bana musallat olan ve beni daima ra`meden (boyun eğdiren) yabancı bir müfekkire.'

Psikoloji bilimi: 'işte bu takıntılılar (obsedeler) da şahsiyetin şuurlu tezaufları zümresine girerler. Çünkü hasta (günümüzde hasta denmiyor artık, 'danışan' diyor psikologlar) burada şahsiyetinin eksiklerini, zihnin terkip kabiliyetindeki gevşemelerini duyuyor, kendisini iyice tahlil edebiliyor, ve bu yüzden bir dacret (ok. dakre) yani angoisse (ok. anguaz: yürek sıkıntısı, ıstırap, heyecan, merak, endişe) geçiriyor.' der.

Toplumdaki aksamalar, arızalar, insandaki bozuluşlara mı benzer? Giderek toplum da hasta bir toplum haline, evrilir diyemeyeceğim, devrilir mi?

Edebiyatta, Fikriyatta, Siyâsiyatta, ilim ve sanatta, insan ve toplumun başvuracağı potansiyeller vardır. Biz o muhtaçolduğumuz nitelikleri, yakın geçmişten uzak geçmişe, ilk devirlerden günümüze kadar olagelmiş buluş ve ilerlemeleri tanımak ödevindeyizdir. Kendimize bu iyiliği yapmamız kadar doğal bir hareket ve yönseme yoktur.

Hiçbir nesil sıfırdan başlamak lüksüne sahip değildir. Olamaz bu. Akıl kârı değildir. O durum ilk insan ve ailesinin içinde bulunduğu yoksunluklar ortamıdır. Çok ahmak bir söz bilirim. Yakın çevremde, birkaçkişide tanık olmuşumdur. Ü zücüydü. Demişti ki biri: 'Ben kimsenin fikriyle hareket etmem. Bunun için az okumuyorum.' Fikrim tutulurdu handiyse. Tam bir geçmişsiz-geleceksiz insan psikolojisidir o. Eblehlik.

Toplum da o duruma düşer! Nasıl düşmesin, hayatın kendi kuralları var. Hayat sadece Holywood filmlerinde pembedir. O filmler de hiçmi hiçsanat katına çıkamamışlardır. Budalaca bir optimism`dir.

ABD maddî kudrete erince hayatı kıyametsiz düşünmenin kısır döngüsüne girmiştir. Bugünlerde dünya yüzünde yapayalnız kalmış olduğunu, her ulusun ondan nefret ettiğini acı acı görüyor. Daha da çıkmaza girecek. Apaçık belirtiler var. Modern bâtılları var, sapmaları hadsiz hesapsızdır.

ABD`de ve Avrupa`da şiir durgunda. Batı insanının içine daral gelmiştir. Manevî tutarlılık duygusunu bozuk para gibi harcamaktalar. Ciddî fikir adamlarının yeri dolmuyor. Büyük adam, büyük devlet adamı çıkaramaz hale düşmüştür Batı medeniyeti. Öyle midir? Öyledir.

Yapacağı nedir? Barış için ciddiyet sahibi olmak, Dünyayı avucunun içine almak komik ve kumardır.

Peki... kendi ülkemize bakalım... Biz 19 ve 20. yüzyılda yıprandık. Osmanlı çatır çatır göçtü. Anadoluda sıkıştık, Anadolu`yla yetineceksiniz denilmiş oldu. Son Osmanlı hükümeti bunun için Düvel-i muazzamaya söz imzaladı. Buna Misâk-ı millî denir.

Halk bunu Millî Sınırlar demek sanıyor. Aslında öyledir de Anadolu dışına taşılmayacağına söz vermiştik. 1920 Ankara Büyük Millet Meclisi de buna karşı çıkamadı.

20. yüzyıl boyunca şiir ve düşünce Türkiye`de durmadı. İlerledi. Sadece şiir öldü! Diyenler yok fikir yok bizde demeye getirenler var bir de. Batı karşısında mağlup hissedenlerin lâfları. Kulak asılmamalı.