Bir inanç, bir değer dünyası ya da bir hayat tarzı, dünya sahnesinde yerini yalnızca orduyla, zenginlikle ya da iktidarla değil; insana ne söylediğiyle, hangi soruya cevap verdiğiyle kazanır.

Bu söz, en derin yankısını edebiyatla, sanatla bulur; bilginin ışığıyla ise ufuklara ulaşır. Kalıcı olan, silahların uğultusu değil; mısraların usul usul konuşan sesidir. Görkemli sarayların değil; bir mabedin duvarındaki desenin ruhudur. Gücün gösterisi değil; nesiller boyu süren irfanın izidir.

Bir medeniyeti yaşatan şey; onun yaptığı yollar, kurduğu şehirler değil, insanı hangi ezgiyle dirilttiği, hangi düşünceyle yoğurduğudur. Kendine has bir mimari ortaya koyamayan, musikide özgün bir düzen geliştiremeyen, düşüncede derin bir söz ortaya koyamayan topluluklar için “medeniyet” sözü abartılı kalır.

Yeni bir medeniyet hayal ediyorsak, Sezai Karakoç’un diriliş çağrısını, Cemil Meriç’in arayışını, Nurettin Topçu’nun ruh çilesini anmadan konuşamayız. Kemal Tahir’in çözümlemeleri, Yaşar Kemal’in halkla kurduğu destan dili, Mehmet Akif’in imanla yoğrulmuş dizeleri, Yahya Kemal’in tarih şuuru, Necip Fazıl’ın çağrısı, Abdurrahim Karakoç’un vicdanı yankılayan sesi, Cahit Zarifoğlu’nun içe işleyen imgeleri… Bunlar yalnızca insanlar değil; bir çağın derin nefesidir.

Attila İlhan’ın başkaldırısı, Rasim Özdenören’in içe yönelen bakışı, İsmet Özel’in hesaplaşmaları, Aliya İzzetbegoviç’in ahlâkla yoğrulmuş düşüncesi, Halil İnalcık’ın tarihle kurduğu bağ, Şule Yüksel Şenler’in inançla estetik arasında kurduğu geçit, D. Mehmet Doğan’ın ise dili bir medeniyet meselesi olarak ele alan uyarıcı ve diriltici yaklaşımı... Onlar olmadan, sadece kabuktan söz ederiz; özden değil.

Medeniyet, yazının yurt tuttuğu topraktır. Sanat, bir halkın hafızasında açan çiçektir. Bilgi, onun evrene verdiği cevaptır. Bu yüzden tarih, surları yıkanların değil; aklı açanların yolculuğudur. Asıl aktörler, fikir üretenler, güzelliği arayanlar, bilgiye yön verenlerdir. Onların dili kaybolduğunda, anlam da yiter.

Kültür yaşanmakla yetinilmez; düşünülmeli, üretimle büyümeli ve aktarılmalıdır. Medeniyetler, yalnızca savaş meydanlarında değil; düşüncenin derinliği, sanatın sözü, bilginin yoluyla karşı karşıya gelir. Gerçek zafer de orada kazanılır.

Bugün dünya büyük bir hesaplaşmayla karşı karşıyadır. Uzun süredir Batı’nın üstünlüğünü şekillendiren hikâye, maddenin kutsanması üzerine kuruldu. Fakat bu hikâyede, insanın ruhu için açılmış bir pencere yok. Doğayı hor gören, insanı yalnızca harcayan bir yapı, en tepeye çıktığı yerde sarsılmaya başlar.

Oysa medeniyet yalnızca inanca yaslanan bir yapı değil; bir bakış biçimidir. Bu bakışta insan, yalnızca etten kemikten ibaret değildir. Onun eğitim süreci, yalnızca kaslarına değil; gönlüne, vicdanına ve aklına da seslenmelidir. Merhamet, tevazu, sevgi ve hikmet bu yapının temel taşlarıdır. Tabiata bakışı; tüketilecek bir madde değil, korunacak bir emanet olarak belirlenmiştir.

Buradaki mesele, geçmişin destanını yeniden söylemek değil; geleceğin kapılarını nasıl aralayacağımızı sormaktır. Bugün medeniyetimizin çocukları, artık kendilerini şiirle, fikirle, sanatla, bilgiyle ortaya koymak zorundadır. Çünkü zaman, sadece konuşanların değil, yapanların zamanıdır. Ancak yapılacak şey; kaba kuvvet değil, zarafetle dokunan işlerdir. Derinliği olan eylemlerdir.

Eğer bu medeniyet yeniden yeşerecekse, bu filizlenme siyaset broşürleriyle ya da ağıt dolu nutuklarla değil; insanı yücelten sanatla, çağın sorunlarına yanıt veren bilgiyle, kalbi aydınlatan fikirle olur. Aksi hâlde medeniyet, hatıralarda yankılanan bir türküden ibaret kalır.

Bu yüzden asıl görevimiz, bu çağın şairlerini, yazarlarını, düşünenlerini ve üretenlerini yetiştirmektir. Sanatla yeniden ruh bulmak, bilgiyle aklı yeniden diriltmek, sorumlulukla yürümektir… Bunu başardığımız zaman hakikatin sadece geçmişte değil; bugünde de yazıldığını göreceğiz.