Türk mutfağı bir tarif kitabı değildir. Bir milletin yürüyüşüdür.

Orta Asya bozkırlarında kurutulmuş etle başladı bu yürüyüş. Taşhanlarda mercimek çorbasıyla ısındı yolcular. Osmanlı saraylarında hünkar beğendiyle zarafet buldu.

Ve nihayet Anadolu’nun her köşesine yayıldı: Siirt’te tandırda pişti, Karadeniz’de mısırla kaynadı, Ege’de otlarla yeşerdi.

Ama artık yolun başında değiliz.

Artık yol ayrımındayız.

Bir yanda hız var. Paketli ürünler, market reyonlarında unuttuğumuz mevsimler, sosyal medyada izlenip geçilen “30 saniyelik” tarifler…

Diğer yanda ise bizim ruhumuz var: sabır, emek, hikâye…

Bugün mutfağımız giderek “lezzetli bir geçmiş” olarak gösteriliyor. Oysa bu mutfak sadece geçmişte yaşamadı, geleceğe de konuşmayı hak ediyor.

Çünkü biz yemek pişirmiyoruz sadece. Biz anlatıyoruz.

Anneannemizin kavurduğu soğanda susmayı öğreniyoruz.

Bir bakır tencerede, kim olduğumuzu hatırlıyoruz.

Ben mutfağı bir direniş hattı gibi görüyorum.

Tarhanayla direniyorum. Elde açılmış bir yufkayla anlatıyorum kim olduğumu.

Çünkü gelenek, sadece korunacak bir şey değil. Yeniden üretilmesi gereken bir şey.

Modernleşmek demek, ruhsuzlaşmak demek değil.

Köksüz hiçbir yenilik kalıcı olamaz.

Bugün bir taş fırında pişen pide sadece ekmek değil; bir duruştur.

Günlük sütle mayalanmış bir yoğurt sadece lezzet değil; bir davettir.

Diyor ki: “Unutma beni. Çünkü ben seni anlatıyorum.”

Türk mutfağı nereye gidiyor?

Benim cevabım net: Kendi yoluna. Ama kendi kokusuyla, kendi sesiyle, kendi yürüyüşüyle.

Sen de duyabiliyorsan hâlâ köz kokusunu bir sabah…

O zaman sen hâlâ bu yolun yolcususun.

ERDAL TÜRKSOY

Kaynak: HABER MERKEZİ