ÖMER FARUK ÇAĞLAR

Bakmayın İran’ın bugünlerde Şiiliğin merkezi olduğuna. Horasan, Nişapur, Meşhed, Ehli Sünnet İslam’ının dünyaya yayılmasında büyük hizmetleri olan başta İmamı Ali Rıza hazretleri, İmamı Gazali, Ebu Ali Farmadi, Beyazidi Bistami ve Ebul Hasani Harkani hazretleri gibi İslam alimlerinin yetiştiği merkezler olmuştur. Tabii Şii İran ne yazık ki özellikle Horasan ve Nişapur’da birçok ehli sünnet İslam aliminin kabrini tahrip etmiş, bu türbelerin bugüne kadar ulaşmasının önüne geçmiş. Hatta Meşhed’de medfun bulunan büyük İslam alimi İmamı Gazali hazretlerinin de kabri yerle bir edilmiş, yıllar sonra bir grup Müslüman yıkıntıların etrafını çevirip bu büyük zatın kabrinin tamamen yok olmasının önüne geçmiştir. İran’daki büyük İslam alimlerinin önderi İmamı Ali Rıza Hazretleri’dir.

İran’ın güneşi İmamı Ali Rıza Hazretleri..

İpek yolu üzerindeki eski Selçuklu şehri Meşhed’te büyük bir türbe içinde medfun bulunan İmam Ali Rıza hazretlerini her yıl milyonlarca insan ziyaret etmektedir. Şiilikle hiç alakası olmamasına rağmen İmam Ali Rıza hazretlerinin türbesi adeta bugünlerde dünya Şiiliğinin en önemli mekanı haline gelmiştir. Ziyaretimiz sırasında Rabbim’izden en büyük niyazımız Ehlibeyt’in büyüklerinden bu büyük zatın kabrinin bu insanlardan kurtulması oldu. Oniki imâmın sekizincisi olan İmamı Ali Rıza Hazretleri, Muhammed Cevâd Takî’nin babasıdır. Nesebi, Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir (radıyallahü anhüm). 153 (m. 770) senesi Rebî-ül-âhır ayının onbirinci Perşembe günü, Medîne-i münevverede doğdu. 203 (m. 818) senesi Ramazân-ı şerîfin yirmibirinci perşembe günü elli yaşında iken Tûs (Meşhed)’de vefât etti.
Namazını Halîfe Me’mûn kıldırdı. Me’mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever ve sayardı. Kerîmesini (kızını) nikâh edip, imâmı kendine dâmâd yaptı. Yerine halîfe olmasını emir ve ilân edip, paralara ismini yazdırdı. Fakat, imâm önce vefât etti. Bâyezîd-i Bistâmî ve Ma’rûf-i Kerhî hazretleri imâmın sohbeti ile şereflenip kemâle geldiler.

İmamı Ali Rıza hazretleri türbesi

Hem imam hem sultan damadı..

Künyesi, babasının künyesi gibi Ebü’l Hasan’dır. Mûsâ Kâzım hazretleri ona kendi künyemi bağışladım buyurmuşlardır. Lakabı Rızâ’dır. Babasına dediler ki, 'Halife Me’mûn ondan râzı olduğu için mi oğlun Ali’yi, Rızâ diye çağırıyorsun?' Cevâbında, 'Hayır, Allahü teâlâ ve Resûlü râzı oldukları içindir' buyurdu. Ona uyanlar ve muhalifleri de ondan râzıydı.
İmâm-ı Mûsâ Kâzım’ın üstün talebelerinden biri şöyle anlattı: Birgün İmâm-ı Mûsâ Kâzım, (radıyallahü anh) 'Magrib (Fas) tüccârlarından gelen oldu mu?' diye sordu. 'Bilmiyoruz' dedik. O da 'Gelmiştir' buyurdu. Atlara binip gittik. Orada câriye satan bir Magribli vardı. Bize yedi tane câriye gösterdi, İmâm hazretleri hiçbirini kabûl etmedi. Bir tane daha olduğunu, hasta olduğu için göstermediklerini öğrendik. Hazreti İmâm bana, 'Yarın gel. Ne kadar ücret isterse kabûl edip o câriyeyi al' buyurdu. Ertesi gün magriblinin yanına vardım. 'Dün isteyip de hasta olduğu için göremediğimiz câriyeyi istiyorum' dedim. Yüksek bir fiat söyleyip, 'Daha aşağı olmaz' dedi. Ben de, 'O fiyata kabûl ettim' dedim. Bana, 'Bunu kimin için alıyorsun?' diye sorunca, 'Dünkü beraber geldiğimiz zât için' dedim. Tüccâr, 'O kimlerdendir?' dedi. 'Benî Hâşim’dendir' deyince Magribli tüccâr, bu câriye hakkında şöyle anlattı: 'Ben, bu câriyeyi Magrib’in en uzak beldesinden aldım. Bir kadın bana, 'Bu câriyeyi kimin için aldın?' dedi. Ben de 'Kendim için aldım' diye söyleyince, O kadın, 'Hayır! Bu senin olacak bir câriye değildir! Bu câriye, yer yüzünün en kıymetli zâtınındır! Bunların bir çocuğu olur. O büyüyüp yetişince, yer yüzünün en âlimi olacaktır' dedi. Daha sonra câriyeyi Mûsâ Kâzım’a (radıyallahü anh) getirdim. Bu câriyeden İmâm-ı Ali Rızâ ( radıyallahü anh ) dünyâya geldi.

Lailahe illallah kaledir..

İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbûr’a gelince, yirmibinden fazla âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar.
İmâm hazretleri 'Ben, babam Mûsâ Kâzım’dan, O da babası Ca’fer-i Sâdık’tan, O da babası Muhammed Bâkır’dan, O, babası Ali Zeynel Âbidîn’den, O, babası Hazreti Hüseyin’den, O, babası Hazreti Ali’den, O, Peygamber efendimizden, O, Cebrâil’den (aleyhisselâm), O da Allahü teâlâdan. Bu hadîs-i kudsîyi okudu: 'Lâ ilahe illallah kal’amdır. Bunu okuyan, kal’ama girmiş olur. Kal’ama giren de azâbımdan kurtulur.' İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hazretleri bu hadîs-i şerîfin râvileri ile beraber okunduğunda bütün hastalıklara iyi geleceğini bildirmiştir.

Yılanı öldür..

Sâlih bir zât anlatır: 'Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri ile bir evin duvarının dibinde duruyorduk. Biraz sohbet ettik. O sırada bir kuş geldi. İmâm hazretlerinin önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Dertli olduğu belliydi, İmâm hazretleri bana sordu. 'Biliyor musunuz bu kuş ne diyor?' Ben de dedim ki: 'Ehl-i beyt (Peygamber efendimizin evlâtları) daha iyi bilirler.' Hazreti İmâm, 'Bu kuş şu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor kalk eve gir ve o yılanı öldür.' İmâm hazretlerinin buyurduğu gibi eve girdim, gerçekten içeride bir yılan dolaşıyordu. Hemen bir sopa ile yılanı öldürdüm.'

İbrâhîm İbni Abbâs diyor ki: 'İmâm-ı Ali Rızâ ( radıyallahü anh ) öyle büyük âlim idi ki, hangi ilimden olursa olsun, sorulan her mes’eleye çok güzel cevaplar verirdi. Halife Me’mûn, kendisine çok suâl sorar, verdiği cevaplara hayran kalırdı. Hazreti İmâm, az uyur, çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. Muhtaç olanları arayıp bulur, onlara yardımcı olurdu. Bir hasır üzerinde oturur, yatacağı zaman da o hasır üzerinde yatardı. Her işinde Allahü teâlâya karşı tam bir teslimiyet ve tevekkül üzere idi. Yüzüğünün taşında 'Hasbiyallah' (Allahü teâlâ bana kâfidir) yazılı idi.

Ömer Faruk Çağlar, Beyazidi Bistami Hazretlerinin kabrinde


Anadolu irfanının mimarı Beyazidi Bistami Hazretleri

Anadolu’ya ve bütün dünyaya İslam’ı yayan İslam alimlerinin adeta mektebi olan İran’ın en büyük alimlerinden biri de Beyazidi Bistami hazretleridir. Anadolu yayılan talebeleri memleketimizdeki Sünni İslam’ın adeta mimarları olmuştur. Evliyânın büyüklerinden olan Beyazidi Bistami hazretleri, İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî se’âdete kavuşturan ve kendilerine 'Silsile-i aliyye' denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. 'Sultân-ül-ârifîn' lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd’dir. İsmi Tayfur, babasının adı Îsâ’dır. 160 veya 188 (m. 803)’de İran’da Hazar Denizi kenarında Bistâm’da doğdu. 231 veya 261 (m. 874) senesinde Şabân-ı şerîfin onbeşinci günü Bistâm’da vefât etti. Hanefî mezhebinde idi.
Annesi diyor ki, 'Kendisine hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzıma alacak olsam, onu geri atıncaya kadar karnıma vururdu.'

İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden istifâde etti..

Üveysî olup, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. İmâm-ı Ali Rızâ’nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Hazreti Bâyezîd, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr olmuştur. Otuz sene Şam civarında bulunup, yüzonüç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan ve İslâmiyete saygısından göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fadıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.

Hazreti Bâyezîd, ilim tahsil ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defn edilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden, daha derin yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasıyyet etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve ma’rifeti, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın mübârek rûhâniyetinden, O da, Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Kâsım bin Muhammed’den, O da, Selmân-ı Fârisî’den, O da, Eshâb-ı kiramın en yükseği Sıddîk-ı ekber’den (r.anhüm), O da, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) almıştır.
'Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak'..

Çocukken bir gün câmi avlusunda oynarken, oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî ( radıyallahü anh ) kendisini görüp, 'Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak' buyurdu. Küçük yaşta iken, annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ), büyük bir dikkatle derse devam ediyordu. Bir gün Kur’ân-ı kerîm okumak için gittiği mektebde, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman-14) te’sîri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevab verdi: 'Bir âyet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itaat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana hizmet ve itaat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım' dedi.

Anneye hizmet böyle olur..

Annesi, 'Seni Allahü teâlâya emânet ettim. Kendini O’na ver' dedi. Bundan sonra Bâyezîd ( radıyallahü anh ), kendini Allahü teâlâya verdi. Emîrlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi, ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi. Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi, ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve 'Su, su' diye mırıldandı. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk te’sîri ile eli donmuş parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi 'Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?' dedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) 'Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum' dedi. Bunun üzerine annesi 'Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!' diye cân-ü gönülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmağı ihsân etti.

Rüyada Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu…

Bâyezîd-i Bistâmı ( radıyallahü anh ) vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsâ ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rü’yâda 'Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu.' Bu rü’yâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Hazreti Bâyezîd’e sormak için yola düştü. Yolda, Hazreti Bâyezîd’in vefât ettiğini haber aldı. Bistâm’a geldiğinde cenâze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, 'Gördüğüm rü’yâyı, unutmuş vaziyette, Hazreti Bâyezîd’in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum. 'Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rü’yânın tâbiridir.'
Bâyezîd ( radıyallahü anh ) devamlı 'Allah! Allah!..' derdi. Vefâtı ânında da yine 'Allah!.. Allah!..' diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: 'Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devam ediyor. Allahım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle.' Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti.
Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rü’yâda görüp, 'Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi' diye sordu. Buyurdu ki, 'Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki, 'Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?' diyordu. 'Yâ Râbbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim' dedim.

Ömer Faruk Çağlar,  Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin kabrinde

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri..

İran’da medfun bir başka büyük İslam alimi Ebul Hasani Harkani Hazretleridir. İran’ın Şahrud şehrinin 25 kilometre uzağındaki Harkan kasabasında türbesi bulunan Ebul Hasani Harkani Hazretleri, Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî’nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamânının kutbu idi. 1034 (H.425) senesinde Harkân’da vefât etti.

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, on iki sene Harkân’dan Bistâm’a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; 'Yâ Rabbî! Bâyezîd’e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasan kuluna da ihsân eyle!' diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd’in türbesine arkasını dönmezdi. On iki sene sonra, Allahü teâlânın lütfu ile Bâyezîd’in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Kerâmetleri pekçokdur. Böyle büyük zâtların halleri, sözleri, yaşayışları hep kerâmetlerle doludur. Sevenleri onlarda her an kerâmetler görmekte, bağlılıkları artmaktadır. Onlar Allahü teâlânın sevgilisidir. Sevgiliye her ikrâm yapılır. Kör, güneşi göremiyorsa güneşin kabahati olmaz.

Aslanlar hizmet ediyordu..

Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân’a Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü’l-Hasan hazretlerinin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ ormana doğru giderken, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü.'Bu ne hâldir?' diye sorunca, 'Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümüzü taşıyor.' buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, her sene bir defâ, Dıhistan’da şehidlerin kabirlerinin bulunduğu kum tepeyi ziyârete giderdi. Harkân’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine; 'Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.' diye sorduklarında, buyurdu ki; 'Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebû Hasan’dır. O, zamânın kutbu olacaktır.'

Sultanın ziyareti..

Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya’ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân’a Şeyh Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî’ye bildirilince, 'Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim.' dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd’a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd’ın yanında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü’l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; 'Sultan için neden ayağa kalkmadınız?' diye sorunca, Ebü’l-Hasan, Sultan Mahmûd’a; 'Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım.' dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.

Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar O’nu peygamber olarak görmediler

Peygamber Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; 'Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?' diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî: 'Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu.' diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; 'Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd’i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?' dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd’i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü’l-Hasan; 'Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib’in yetimi, Abdullah’ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi.' buyurdu.

Akibetin makbul olsun..

Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd; 'Bana nasîhat ediniz.' deyince Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; 'Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster.' dedi. Sultan Mahmûd; 'Bana duâ buyurun.' deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; 'Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun.' dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü’l-Hasan, sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; 'Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız.' dedi. Sultan, Ebü’l-Hasan’ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü’l-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.

İmtihan için gelmiştin..

Sultan Mahmûd giderken, Ebü’l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; 'Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir?' diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; 'Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum.' dedi.

Eğer isteseydin hepsi Müslüman olurdu..

Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân’dan ayrıldı. Sevmenât’a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü’l-Hasan hazretlerinin hırkasını eline alıp; 'Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kafirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim.' diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini gördü. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî, Sultan Mahmûd’a; 'Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin.' buyurdu.

Ebu Ali Farmedi Hazretleri..

Horasan’da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedi Hazretleri 433 (m. 1042) senesinde doğdu. Yaşadığı devrin âlimleri arasında bir tane idi. Zâhirî din ilimlerini, Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî hazretlerinden öğrendi. Ayrıca Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şirâzî, Ebû Mensûr Temimî, Ebû Abdurrahmân Neylî, Ebû Osman Sabûnî ve daha başka âlimlerden de ilim tahsil etti. Sözü, nasihatları pek te’sîrli idi. Selçuklu devletinin meşhûr veziri Nizâm-ül-mülk ve zamanının devlet erkânı, ona çok hürmet ederdi. 478 (m. 1085) senesinde vefât etti. Kabri Tûs ya’nî Meşhed şehrindedir.
Tasavvuf ilminde yüksek derecelere kavuşması iki vasıta ile olmuştur. Birisi Ebü’l-Kâsım Gürgânî-i Tûsî diğeri de Ebü’l-Hasen-i Harkânî’dir. Ebû Ali Fârmedî, insanların i’tikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmeleri ve yapmaları, böylece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen meşhûr velilerden olup, bu âlimlerin yedincisidir.

Rûh ilimlerinin mütehassısı idi…

Ebû Saîd-i Ebülhayr’dan da istifâde ederek feyz aldı. Hocası Ebu’l-Kâsım-ı Gürgânî, Ebû Osman-ı Magribî’nin, bu da Cüneyd-i Bağdadî hazretlerinin talebesi olup, herbirisi, insanlara doğru yolu göstermek için yetişmiş yetkili kimselerdir. Ebû Ali Fârmedî hazretleri, hem İmâm-ı Gazâlî, hem de Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin hocası idi. Her ikisi de ondan istifâde ederek kemale gelmiş, yüksek derecelere kavuşmuştur.

Tasavvufa girişi..
Tasavvuf yoluna girişini, bizzat kendisi şöyle anlatır: 'Gençliğimin başlangıcında, Nişâbûr’da ilim öğrenmekle meşgûl idim. Ebû Sa’îd-i Ebülhayr hazretleri ilim meclisimize teşrîf ettiler. Hemen huzûrlarına gelip hizmete başladım. Hallerindeki ve yüzündeki güzelliğe âşık olmuştum. Bu büyüklerin yoluna bağlı olan evliyânın sevgisi kalbime yerleşmişti. Birgün evine gitmiştim. Gizlice bir köşeye oturdum. Şeyh hazretlerine hiç görünmedim. O sırada kendileri, tam bir vecd hâlinde idiler. Kendisinden geçmiş bir haldeydi. Üzerinde bulunan elbiseleri birkaç parçaya ayırmıştı. Bu parçaları, bereketlenmek için talebeleri topladılar. Kendi yanında bulunan parçalardan birini saklayıp, 'Ey Ebû Ali Tûsî neredesin?' diye seslendi. Bu mübârek zât beni tanımaz ve gözlerinin önünde değilim düşüncesiyle cevap vermedim. Fakat bu seslenmeyi üç defa tekrarladılar. Bunun üzerine beni çağırdıklarını anlayarak yanlarına gittim. Yanında sakladığı elbisesinin parçalarını bana verip gönlümü hoş ettiler. O esnada kalbimde öyle bir nûr parladı ve bir ferahlık ve huzûr hâsıl oldu ki, ta’rîf edemem. Bu hâl günden güne arttı. Kendimde, anlayamadığım ve anlatamayacağım bir takım haller meydana çıkmaya başladı. Huzûrlarından ayrılıp, hocam Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’nin huzûrlarına vardım. Başıma gelenleri anlattım. 'Mübârek olsun!' buyurdular. Bundan sonra üç yıl daha ilim tahsili ile meşgûl oldum. Birgün kalemi mürekkebe batırdım. Siyah mürekkeb beyaz oluvermişti. Şaşırıp kaldım. Doğruca hocamın huzûruna gittim. Durumu arz ettim. 'Madem ki kalem senin elinden kaçtı. Sen de onu terk eyle ve başka bir işle meşgûl ol' buyurdu.

Sultan ayağa kalkıyor..

Ebû Ali Farmedî, zamanında evliyânın önderi ve hidâyet güneşiydi. Nizâm-ül-mülk’ün makamına gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makamına oturturdu. Halbuki İmâm-ül-Haremeyn ve Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terk etmezdi. 'Neden böyle yapıyorsun?' diye sorduklarında, 'Ebû Ali Farmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni ikaz ediyor. Diğer âlimler ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden de nefsim gurûrlanıyor. Ebû Ali Farmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum' derdi.

İmamı Gazali Hazretleri..

Büyük İslam alimi, mütefekkir, mutasavvıf, Şafi fakihi olam İmaı Gazali Hazretleri, İran’ın Horasan bölgesinde Tus (bugünkü Meşhed) şehrinde doğdu. Orada Ahmed b. Muhammed er-Razekani’den fıkıh okudu. Cürcan’da Ebu Nasr El-İsmaili’den ders aldı. Sonra Nişabur’a gitti ve meşhur Nizamiye medreselerinde Cüveyni’nin derslerine devam etti. Hocasından sonra Horasn ve Irak muhitinin fıkı, usuli mantık, kemal, cedel ve hilafiyatta en büyük siması oldu. Nişabur’daki öğrenimi sırasında meşhur mutasavvıf Ebu Ali Farmedi hazretlerinden tasavvuf eğitimi aldı. Nizamülmül; Bağdat’daki Nizamiye medresesine Gazali’yi tayin etti (1091) Gazali orada büyük alaka gördü. Ancak fikri ve ruhi bir takım sebeplerle 1095 yılında eğitim ve öğretimi bırakarak tasavvufa sülük etti.

Başta İhyâ-u ulûmiddîn, ve Kimyâ-i Se’âdet olmak üzere 60’ın üzerinde eseri bulunan İmamı Gazali Hazretleri, El-İmlâ fir-reddi alel-İhyâ isimli kitabını, İhyâu ulûmiddîn adlı eserini tenkid etmeye kalkışanlara cevap olarak

yazmıştır.

‘İhya’ en kıymetli eser…

İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin en kıymetli eseri 'İhyâ'sıdır. Osmanlı âlimlerinden Saffet Efendi, 'Tasavvufun Zaferi' isimli eserinde, İmâm-ı Gazâlî’nin bu kitabı hakkında şunları yazmaktadır. 'Hüccet-ül-İslâm vel-müslimîn İmâm-ı Muhammed Gazâlî’nin 'İhyâ-ül-ulûm' kitabı, öyle bir yüce kitap, öyle yüksek bir eserdir ki, Kur’ân-ı kerîmin ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinin ma’nâlarını müslümanlara anlatmak ve Allahü teâlânın kullarını, doğru yola irşâd etmek, İslâm ahlâkını huzûr ve se’âdete kavuşturucu hükümlerini öğretmek için, din âlimleri olarak elimizde bundan başka hiçbir kitap bulunmasaydı, yalnız bu kitap kifâyet ederdi.

Felsefecilere savaş açtı..

10 yıl kadar Şam, Harameyni Kudüs, Hamedan, Bağdat gibi şehirleri ve Horasan bölgesini dolaşan Gazali felsefenin dalalet olduğunu ileri sürdü, eser ve münazaralarıyla felsefecilere hücum etti, görüşlerini çürüttü. Bu sebeple 'Hüccetül İslam' diye anılan Gazali’nin asıl nisbeti olan 'Gazali' ise babasının iplikçi (gazzal) olmasından gelmektedir.
Temmuz 1106’da Nişabur’a dönen Gazali buradaki Nİzamiye Medresesi’nde tekrar göreve başladı. Üç yıl sonra tekrar Tus’a gitti ve bir süre sonra orada telifle meşgul olduktan sonra 14 Cemaziyelahir 505 ( 18 Aralık 1111)’de Tus’da vefat etti.

Feridüddîn-i Attâr hazretleri..

Evliyânın büyüklerinden olan Muhammed bin İbrâhim el-Attâr en-Nişâbûrî el-Hemedânî olup, lakabı Feridüddîn’dir. Feridüddîn-i Attâr diye meşhûr oldu. 513 (m. 1119) senesinde Nişâbûr’da doğdu. Babası attâr idi, ya’nî ilâç, esans, parfüm satardı. Feridüddîn-i Attâr, zühd ve takvâ sahibi, ya’nî haramlardan sakınmakta ve ibâdetle uğraşmakta idi. Feridüddîn-i Attâr, 627 (m. 1229) senesinde Cengiz’in istilâsında bir Moğol askerinin eline esîr düştü. Çok para vererek kurtarılmak istenmiş ise de kurtulamayıp, Cengiz askeri tarafından şehîd edildi. Şehîd edildiğinde 114 yaşında idi.

Hem Attar hem Alim..

Feridüddîn-i Attâr, küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da Kutbüddîn Haydar isimli büyük bir zâtın sohbetlerine devam ediyordu. Babasının vefâtı üzerine onun yerine geçip, attârlık mesleğine bir süre devam etti. Bu mesleğini sürdürürken, bir taraftan da kıymetli dînî kitabları, velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okuyordu. Evliyâya 'olan bağlılığı, dînini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle gelince, attârlığı terk etti. Dükkânında bulunan eşyayı Allah yolunda sadaka olarak dağıttı. Rükneddîn-i Ekaf isminde büyük bir zâtın dergâhına giderek, onun talebelerinden oldu.

Bir ara hacca giden Feridüddîn-i Attâr, yolculuk esnasında tasavvuf ehli ile ve âriflerden birçokları ile görüştü. Bundan sonra tasavvufa dâir kitapların mütâlâası, nasihat, tasavvuf ve hakîkate âit şiirlerle meşgûl oldu. Feridüddîn-i Attâr, zühd ve takvâ sahibi olup, vakitlerini ibâdetle geçirirdi.

Moğollara esir düştü..

Şöyle anlatılır: 'Moğol istilâsında, Feridüddîn-i Attâr bir Moğol askerinin eline esîr düştü. O asker onu öldürmek istediğinde, askere halk; 'Bu ihtiyârı öldürmekten vazgeçersen, kanına bedel olarak bin altın akçe veririz' dediler. Moğol askeri onu bu fiata satmak istedi. Fakat Feridüddîn-i Attâr ona; 'Sakın beni bu fiata satma. Çünkü sana kanım için daha fazla fiat verirler' deyince, asker satmaktan vazgeçti. Bir süre sonra başka bir şahıs gelerek askere; 'Bu yaşlı zâtı öldürmekten vazgeç. Onun kanına karşılık sana bir torba saman veririm' deyince, Feridüddîn-i Attâr; 'İşte beni şimdi sat. Çünkü esas fiatım ve kanımın değerini buldum. Bundan fazla para etmem' dedi. Bunun üzerine sinirlenen Moğol askeri onu katletti. Şehâdet şerbetini içen Feridüddîn-i Attâr, kesik başını elleri arasına alarak yarım fersahlık (3 km’lik) bir mesafeyi koşarak katletti. Şimdi türbesinin bulunduğu yere varınca, ruhunu teslim etti ve oraya düştü.'