Bodrum sayfalarını takip ediyorum sosyal medyada Bodrum âşığı olarak; Fotoğraflara bakıyorum tek tek; Kimi kamera çekimlerini paylaşıyor, hevesle izliyorum; Aa şurası şu sokak, burası şu dükkân vesaire. İki ayda bir giderim illaki. Benim için Bodrum`a gitmek karşıya geçmekten daha kolay. İşin içinde özlem olunca yolu kim düşünür.

Sonra telefonumu elime alıp son çektiğim Bodrum fotoğraflarına baktım; Mavi ufak bir masada bir bardak çay, kurabiye ve masanın bir ucunda tatlı bir serçe. Oranın serçeleri meşhurdur. Meşhur derken hangi masaya otursanız önce bir serçe, sonra iki, sonra üç; Ardından belki birkaçkumru; Kahvaltıysa kahvaltınıza, simitse simit, kurabiyeyse kurabiye. Kısacası herkes nasibine geliyor ve gidiyor.

Şimdilerde Bodrum sayfalarından güzel resimlerle birlikte bir de not düşülüyor içimi acıtan: 'Lütfen gelmeyin'

Ne oldu diyor insan ne?

Bir şey oldu; Sarsıcı bir şey. Evet aşkından ölsek de gitmemeliyiz. Ne Bodrum ne de başka bir yer. Biz mutlu olacağız derken belki kendimizle beraber virüs taşıyacağız. Biz mutlu dönerken belki birilerinin hayatını söndüreceğiz. Fakat cümle unutulmaz benim için: 'lütfen gelmeyin'

Fotoğrafa bakarken birkaçcümle düştü kalbimden;

Nasıl özlüyorum serçeyle yaptığım o kahvaltıyı...

Portakallı kurabiye. İstanbul da aklıma gelmez ama orada illa portakallı kurabiye. Bodrum rutinim oldu. Bir dosta gider gibi giderim o kurabiyeciye...

Bir de serceler.

Bodrum un serçeleri.

Masa senin mi yoksa onların mı anlamazsın...

Ya simdi...

Gün sayarken gidememek, orada olanların 'gelmeyin' demesi...

Hayat ne tuhaf değil mi?

Oysa ki Şubat`ta oradaydım ve yaza hazırlanıyordu sokaklar, dükkanlar...

Sil bastan beyaza boyanıyordu mavi panjurlu duvarlar.

Nisan da görüşürüz diye ayrılmıştım.

Gidiş dönüş bileti almaktan nefret ettiğim seyahatlerim.

Güzel serce

Portakallı sıcak kurabiye

Bir parça bana, bir parça sana...