Mutlakçı bir toplumun devlet strüktürüne sinsice sızan 'batılılaşma'nın birkaçyabancılaşmış aydınca yürürlüğe konuşu olan Tanzimata değin ara vermeksizin süren bu ilk safha, devlet-edebiyat diyalogunun kısır bir ortamda yozlaşması sonucu etkinlik yitirilince, Şeyh Galip`le kendini belirlemiş ve edebî geleneğimiz içindeki yerini almıştır.

Tanzimatla gelen, devletin ve insanımızın ortak idealine aykırı batılı öz, aydınlar üzerinde başlatmıştır bozgunu. Bu aydınların en gözebatar özellikleri, şahsiyetli bir konum içinde olmamalarıdır. İslâm aydınının geleneksel evrensel tutkusundan uzaklaşılmıştır.

***

Türk edebiyatını ele geçirme savaşı

Sürekli tüketicilikle hayatını sürdüren bir insan gördüğümüz zaman, ona hayret ederiz. Herhalde içimizden 'bu değirmenin suyu' dememek elimizden gelmez...

Hayatın anlamı biraz da üretmekle tadılacak, kavranacak, yaşanacak bir değerdir.

Romancı bir roman yazar, onu okumak isteyenler, o romanı okurlar. Tabiî , roman okumanın insan için değerine inanmış kişiler söz konusu olabilirler bunda. Hayata doğrudan doğruya bakan insanlar romana dudak bükeceklerdir. Çünkü onlar hayata bir ayna tutulmasından hiçmi hiçhoşlanmazlar.

Nitelikli sinemaya geçişin bu kadar gecikmesi de biraz bu ayna` işlevi ile açıklanabilir gibi geliyor bana.

Dünyada nerdeyse eskimolar kendi özgün sinemalarını kuracaklar, Türkiye`de biz sinemayı anlamamakta direnmeye devam ediyoruz.

Toplumsal bir inat mı bu?

Bir direniş mi?

Kendini yenilemeye cesareti olmamak mı?

Başkasında görüp imreneceği bir eseri kendisi üretmeyi bir türlü gerçekleşebilir bir etkinlik olarak görememek mi?

*

Bütün bir Batı sineması birikimini karşımızda dev bir aysberg örneği algılamamız mı gerekir? Sanmıyorum.Batı sineması ile bitmiyor ki, bir de Doğu Sineması var.Bizim kendi sinemamız eksik. Sinema ruhu gerek.

*

Beklenen yazar neden gelmiyor? Son haftaların isabetli bir sorusu oldu bu. Burada meram edilen, imlenen, ROMANCI.

Bu sorunun cevabı için başımızı iki elimizin arasına almamız belki de gerekmiyordur. Belki de sorunun mevsimi değil. Demek isterim ki, sorunun mevsimi geçti.

Belki de, Türkiye, beklemesi gerekeni beklemiyor.

*

Edebiyat türleri arasında bir şekilde var olan bir savaş bulunduğunu görmek gerekiyor.

Bunu biraz açmalıyız: 1990`lı yılların başında Türk Şiir Birikimi`ne karşı sessiz sedasız bir mücadele başlatılmıştır Türkiye`de. Şiir karşısında Düzyazı parlatılmak istendiğini söyleyeceğim.

Bu, tam da politikada demokrasimizde dişil ögenin parlatılmak istendiği bir döneme denk geliyor. Bir ara dönem. Aktörleri, aktristleri unutulup gidecek, fakat hedeflenen etkisinin başlangıcı ve devamı için birilerinin plânlarına titizleneceği bir ara dönem, bir silik dönem. Önemi Türk toplumunun ataerkil yapısını sarsmış olmalarından geliyor. Evet bunu başardılar. Sarışın bir bayan başbakan yapıldı ve bir ilk başarılmış oldu. Toplum anaerkil [mâderşâhî ] bir evreye geçirilmek istendi. Bu süreçdevam ediyor. Anaerkillikle resmî -fiil halinde tanışmasıdır bu toplumun. Bana göre adetâ zorla tanıştırmadır bu. Gerisinde Avrupa Birliği`nin çok ustalıklı, bizim devlet adamlarımızın siyaset lâbirentlerinde pek varlığı olmaması ile ters orantılı bir hamlesi diyebiliriz.

İşte bana roman yayıncılığındaki olağanüstü boyutlara uzanmanın bir sebebi bu görünmektedir. Belki de sebep dediğimiz, sadece bir neticedir de farkında değilizdir.

*

Yaklaşık yirmi yıldır ESTETİKÇE ESKİ ZAMANLA KARŞILAŞTIRILAMAYACAK ORANDA GELİŞEN EDEBİYAT YAYINCILIĞI EDEBİYATIN KENDİ, EDEBİYATIN ÖZÜ SANILIR OLDU.

*

Tüketimciliğimiz burada da bize bir darbe vurdu. Bırakınız ŞİİRİ, özgün ve güçlü Türk HİKÂ YESİ de bu roman kuşatmasıyla boğulmak istenmektedir. Tekrara gerek yok: Roman, doğrudan biçim olduğundan hakikî muhteva ve sanat değeri borçlu bir tür iken, roman yayıncılığındaki müthiş sermaye kuşatması ROMAN SANATINA KARŞI en sinsi savaşı açmış durumda.