Hasanali Yıldırım ile film festivallerinden açılmış bir sohbet…

Abone Ol

Hasanali Yıldırım gazeteci, yazar, sanat danışmanı, sinema eleştirmeni entelektüel bir şahsiyet. Yazdıklarıyla yaptıkları, yaşadıklarıyla anlattıkları hüvesi hüvesine örtüşen bir münevver;

&nbsp

Hasanali Yıldırım ile eleştiri, Türk Sineması, festivaller ve Selman Gemuhluoğlu`nun müessisi olduğu ve ikinci tecrübe yılında bambaşka bir mecraa savrulan Uluslararası Dostluk Film Festivali üzerine hasbıhal ettik.

Hasanali Bey, sizi daha çok sinema eleştirmeni kimliğinizle tanıyoruz. Oradan başlayalım dilerseniz. Sizce Türkiye`de sinemanın durumunu nasıl değerlendirmek lâzım?

Efendim ben eleştirmen` tabirini değil, sinema yazarı`nı tercih ediyorum.

Niçin?

Bir kere bizim yaptığımız iş eleştiri değil. Dolayısıyla Türkiye`de hakiki manâsıyla herhangi bir sanat dalında bir eleştirmen var mıdır? Bu da ayrı bir mesele. İkincisi ve daha önemlisi, bu ülkede sizin Frenkler`deki gibi sanat ürünlerine eleştiri getirmenizi istemezler. Beklentiler farklı.

Ne çeşit beklentilerden söz ediyorsunuz?

Biz, son 150-200 yıldır sanat adına ne varsa artık hepsini Batılı bir anlayışla yapmaktayız daha doğrusu yaptığımızı zannetmekteyiz. Öte yandan, bir ülkedeki bütün sanatçıları büyük bir orkestraya benzetirsek, bizim şöyle veya böyle bir orkestramız var kuşkusuz. Ama biz bir kondüktörün, bir şefin, o orkestrayı yönetmesine müsaade etmiyoruz.

Eleştirmen sanata ve sanatkâra yön veren&nbsp insandır.

Hâlbuki hakiki manâsıyla eleştirmen, sanatkâra yön veren insan. Sanata ve sanatkâra... Evet eleştirmen, elinde o görünmeyen sopasıyla sanatçıyı hiza ve istikamete baktıran kişi. Belki de bu yüzden, özellikle son yüzyılda Türk kültürü, Türk sanatı ve elbette Türk sineması kendisine herhangi bir istikamet bulunmadığı gibi, bir hizası da yok. Galiba daha acısı, bu ihtiyacın fikri de yok. Çünkü bizde eleştirmen denen kişilerden istenen daha çok, basit bir eleme işi...

Bizdeki eleştiri anlayışı için de bir paragraf açalım dilerseniz;

Hay hay. 'Eleştirmen eserime bakarken eline eleğini alsın ama şöyle birkaçkere sallasın, gerçi yoktur ama gene de gözden kaçan birkaçkusur varsa onları elesin sonra da beni övsün de övsün. Yere göğe koyamasın.' Bizde eleştiri dendiğinde anlaşılan şey bu. Bu beklentinin kelimelere aynen böyle döküldüğünü söylemiyorum. Tersine, kelimelere dökülenlerin altındaki merama işaret ediyorum. Hâlbuki eleştiriye hayat hakkı tanımayan bir kültür-sanat ortamı, hakiki manâsıyla sanat eserine de can veremez ki.

Hasanali Bey, karamsar bir tablo çizmediniz mi? Bence Türkiye`de kültür alanında da, sanat alanında da çok güzel şeyler yapılıyor.

Elbette! Benim kasdım, bize zamanında konulan veya sonradan bizzat kendi kendimize koyduğumuz frenlere dikkat çekmek. Yoksa sizin söylediğiniz çerçevede baktığımızda son 20 yıldır Türk sineması, önceki devirleriyle karşılaştırılamayacak miktarda ciddi bir şahlanışa geçti. Ben bu gelişmeleri red veya inkâr etmiyorum ki! Benim demek istediğim, halkımızın Anadolu`da pek yakın bir vakte kadar sürdüregeldiği empati anlayışımızı, kendisini komşusunun gözüyle de görebilme tavrımızı yitirdiğimizin altını çizmek. Hususen de sanat alanında. Ve bunun sanattaki fena etkisine işaret edebilmek. Siz cemiyet hayatında bile 'Böyle yaparsam komşum ne der?' diye düşünmeyi bırakırsanız, sonra da kalkıp cemiyetin güya en seçkini hüviyetiyle ve ona yön verme gayesiyle bir şeyler söylediğinizde size arada bir sopa sallıyor diye eleştirmeni yaşatmazsanız olacağı budur.

Tam olarak nedir?

Her şeyi yarım-yamalak yaparsınız ve sizdeki bu yarım kalmışlığı işaret edecek mercilere de kulaklarını tıkarsınız.

Bence Türk sineması ikinci bir şahlanışa geçti

Bu uygulamanın pratikteki sonuçlarına baktığımızda da mevcut manzarayı görürsünüz. Bence şimdilerde Yeşilçam döneminden sonra Türk sineması ikinci bir şahlanışa geçti... Veya asıl şahlanışına hazırlanıyor. Ama öte yandan sektörün kendisi de, resmi kurumlar da, basın da, hatta sinemaya destek olma gayesindeki özel sektör de henüz sinemanın bu şahlanışına uygun altyapıyı hazırlamaktan pek uzak. Yani yüz yıldır eksikliğini hissettiğimiz yaratıcılık, sinemamızda hareketlenmekte ama sinemayla ilgili kurumlarımız da, sektörün kendisi de bu gelişmelere göre kendisine çeki düzen vermekten henüz çok uzak. Bir alaturkalıktır gidiyor.

Alaturka tabirini menfi manâda kullandınız. Hâlbuki alaturka müspet bir anlam içerir.

Hah! Ben de bunu demek istiyorum işte. Alaturka... Türk tarzı, Türk us&ucirc lü demek. Sizin de söylediğiniz gibi yaklaşık dört yüzyıl önce çıktığı dönemde bu tabir tamamıyla takdir gayesi güderken günümüzde ise sadece Frenkler in nezdinde değil, bizim gözümüzde de tekdir manâsına bürünmekte. Ne acı bir kırılma. İşte menfi manâdaki bu alaturka tarzını, filmlerimizden çok sinemayla ilgili yapıp ettiklerimizde ve iş tutuş biçimimizde görmekteyiz. Meselâ Türkiye`de bir sinemadan bahsedebilmekteyiz elbette. Ama bir Türk Sineması`ndan bahsedebilmekte miyiz?

Nasıl bahs edememekteyiz? Türkiye`deki sinema sektörünün nesi eksik?

Kendine mahsus bir anlayışı... Demek istediğim, Türkiye`de sinemanın varlığından şüphe edemeyeceğimiz miktarda ve zaman zaman yetkinlikte filmler tabii ki çekiliyor. Ama bu filmlerin ortak bir sinema anlayışı yok. Ortak bir dili, benzer bir ifade tarzı yok. Dolayısıyla da sinemamızdaki başarılar, kişisel düzeyde kalmakta ve hiçbir zaman İran Sineması gibi, Güney Kore Sineması gibi veya İtalyan Sineması gibi, ne bileyim, Fransız Sineması gibi hakiki manâda kendine mahsus bir paydadan mahrum. Yani sayıca bu kadar başarılı filmimiz bile bizi ülke sineması` dediğimiz ortak duyarlılık platformuna taşıyamıyor. Meselâ Türkiye`de son 15 yılda çekilen filmlerin arasında, Meksika`da aynı zaman diliminde çekilen filmlerden belki iki kat daha fazla harika film var. Ama gene de bir Meksika Sineması`ndan bahsedebildiğimiz hâlde bir Türk Sineması`ndan bahsetmekten henüz uzağız.

Kasdınızı şimdi daha anlaşılır ifade ettiniz. İyi ama niçin böyle? Bizim neyimiz eksik? İslâm`ın resme bakışının bu mevzuyla bir alâkası var mı?

Asla! Öyle olsaydı İran Sineması da bizimki gibi olurdu.

Ama onların itikadi farklılıklarını ve resme bakışlarını biliyoruz.

Doğru. Ama galiba atalarımızın resme bakışını lâyığınca bilmiyoruz. Uzun uzun bahsetmek yerine müsaadenizle sadece işaret etmekle yetinelim.

Tabii ki buyurunuz;

Türkler`e göre resim dinen yasak değildi. Bunu atalarımızın minyatürlerinde, kadınların elişlerinde, evlerdeki bezemelerde, mezar taşlarında, hat eserlerinde, tezhipte, hâsılı birçok yerde görürüz. İslâm resmi değil, Frenkler`deki resim anlayışını yasaklıyor. Yani insanı tekrar paganlığa sürükleyebilecek resim anlayışını; Biz, Batılı resim sanatıyla da, fotoğrafla da, vakti geldiğinde sinemayla da muhatap kaldığımızda işte bunu doğru kavramakta zorlandık. Zaten o yasaklanmış resim anlayışı, bugün Avrupa`da da kitleleri tekrar paganlıkla ısındırmakta beklenebileceği gibi. Yani bizim eksiğimizi İslâm`ın resim anlayışında değil, başka yerde aramak lâzım.

Meselâ nerelerde?

Galiba biz yüz yıl önce ne yaşadığımızı, daha doğrusu bize ne yaşatıldığını tam olarak kavrayamadık. Çok çok büyük değişimlerdi onlar. Hatta dönüşüm. Batılıların metamorfoz dediği türden bir değişim. Ü stelik bana göre bu değişimi, daha doğrusu bu dönüşümü tamamlamamız da engellendi. Çünkü bir varlığı, bir nesneyi şu şu süreçlerin ardından ve şu veya bu miktar enerji harcayarak başka bir şeye belki dönüştürebilirsiniz. Ama ya tam bu dönüşümün kritik bir ânında işlemi yarıda keserseniz? İşte bize yaşatılan bu: Biz eski hâlimizden koparılmışken yeni bir hâle bürünmekten de engellendik. Bu vahim durum, bütün zihin etkinliklerimizi ve elbette sinemamızı da derinden etkilemekte. Ama galiba en çok da sinemayla ilgili ikincil etkinlikleri...

İkincil etkinliklerden tam olarak neleri kasdediyorsunuz?

Demin eleştiri müessesesine değinmiştik. Sinema ile ilgili yayınları, özellikle dergileri etkilemekte. Sinema dergilerimiz, kapanmamak için işi iyice magazine vurmak durumunda kalıyor. Ve film festivallerimiz...

Ama benim bildiğim kadarıyla festivallerin sayısı azalmıyor, tersine, artıyor.

Haklısınız elbette. Ama kemmiyetteki bu artış, sinemamızın keyfiyetinde de bir artışa mı sebebiyet veriyor yoksa sinemamızı fenâ halde ketliyor mu?

Belli ki siz ketlediğini düşünüyorsunuz.

Hem de nasıl bir ketleme! Kanaatimce bizim film festivalleriyle ilgili ilk yanılgımız, festivalin mahiyetiyle ilgili.

Festivalleri yanlış anlıyoruz.

Biz festivali yanlış uygulamakla kalmıyor, yanlış da anlıyoruz. Aslında festival kavramı, insanlık tarihini dikkate alarak söylüyorum, yeni bir olgu. Kökenini elbette milâttan önceki büyük pagan kutlamalarına da taşıyabilirsiniz. Gelgelelim bugünkü manâsıyla ilk festivale, Sanayi Devrimi yle birlikte ve bu devrimin yaşandığı topraklarda, İngiltere de rastlıyoruz.

İlginçmiş. Peki niçin İngiltere`de?

Çünkü 18. yüzyılda bir yandan eski asilzadelerin saltanatı sallantıda, öbür yandan hükümranlığını bir anlamda günümüzde bile koruyabilen burjuva sınıfı, o dönemde emekleme evresinde. Burjuva, yani şehirli.

'Festival Avrupa`da burjuva işi!'

O dönemde şölenler, şenlikler, faşingler, karnavallar, yortular ve cadılar bayramı filân, adım adım avama terk edilirken aslen bayram anlamına gelen festival ise yavaş yavaş burjuvanın yönetim ve denetimine geçiyor. Demek ki festival moderniteyle birlikte, hatta atbaşı giden bir zihin dünyasının mahs&ucirc lü. Yani festival bir burjuva işi.

'Bizde sinemayla birlikte kültür sanat meseleleri de ticaret kapısına dönüştü!'

Bize gelişi çok daha yeni. Hem orada, hem de bizde hamisi de, organizatörü de, muhatabı da şehirli olmak durumunda. Ama ne yazık ki son yıllarda bizde sadece sinema değil, neredeyse bütün kültür sanat meseleleri bir ticaret kapısı hâline geldi.

Kültür adamları kendi mesleklerinden para kazanmayacak mı?

Elbette kazanacak. Ama kültür etkinliklerinde ve sanat alanlarında müdir fikir sadece para olmamalı diyorum. Hiçkimse bu alanlardan çok para kazanmayı, küpünü doldurmayı düşünmesin diyorum. Yani kültür de, sanat da daha yüce emeller için varlığını sürdürmeli ve bu alanlardaki faaliyetler de, ürünler de bir çeşit adi ticari meta olmaktan çıkarılmalı.

'Kültür piyasamız koylülerin cirit attığı bir panayıra dönüşüyor.'

Kültür ve sanatın hakiki kazancı başka çünkü. Bizdeki gibi yapınca sanatın hakiki kazancından da mahrum kalınıyor. Ama ne yazık ki bizde kültür piyasası gittikçe koylülerin` cirit attığı bir köy panayırına dönüşüyor.

'Köylü değil, koylü!'

Dikkatinizi çekerim, köylü değil, koylü`... Keşke sözünü ettiğim bu tayfada köylünün tabiiliğinin zerresi bulunsa. Zaten Nuri Pakdil`in ifadesiyle 'Köylüleri severiz... ama köylülükten nefret ederiz.' Yeşilçam`ın batışında bu kendisini şeherli` zanneden koylü` tipinin payı ne? Bence mühim bir mesele.

'Şeherli-koylü` tipi sinema ve festival sektörüne dadandı!'

Şimdi de aynı tip, şeherli-koylü` tipi hem sinema sektörüne, hem de sektörün bir yıl içerisindeki kazanımlarının sergilendiği festivallere dadanmış durumda. Tabii ki birileri bu işlerden para kazansın. Ama işi eline-yüzüne bulaştırmasın berbat etmesin. Kendisini milliyetçi, muhafazakâr, sağcı, hatta İslâmcı sayan çevrelerin son zamanlarda kotardığı festivallere bir bakın, dediğimi hemen görürsünüz.

Bence hemen görünmüyor. Siz gösterseniz.

Son yıllardaki birçok festivalde ipin ucu o kadar kaçmış ki... anlatamam.

Bence anlatabilirsiniz. Bir deneyiniz lütfen.

Şöyle. Mütedeyyinler tarafından hazırlanan ve çoğunlukla mütedeyyinler tarafından izlenen bazı festivallerde akla hayale gelmeyecek içerikteki kimi temalarla dolu filmlerin insanlara izlettirildiğine tanıklık ettik meselâ.

Meselâ?

Meselâ homoseksüellik, lezbiyenlik gibi mevzular... Soruyorsunuz 'Nasıl oldu bu?' diye, 'Dikkatimizden kaçtı.' gibi mazeretler duyuyorsunuz. Anlayacağınız, akıl alır gibi değil.

Siz bir el atsanız bu işlere. Vadi boş kalmasın. Nitekim bu bağlamda Araplar`ın bir sözü var. 'İzâ kânel vâdi hâliyen yekünü`s-sâlebü vâliyen/Vadi boş bulduğunda tilki valiliğini ilan eder!'

Denemedik mi sanıyorsunuz? Ama bizim maceramız biraz farklı gelişti.

Nasıl gelişti?

Efendim şimdilerde ortalıkta adından yavaş yavaş söz ettirmeye başlayan bir Dostluk Film Festivali var ya, bu yıl ikincisi düzenleniyor, işte o festival aslında bizim.

Aa! Sizin adınız bile geçmiyor? İyi ama o hâlde nasıl sizin oluyor?

Hikâyesi uzun. Ama ibreti âlem için biraz bahsetmek lâzım galiba. Şöyle özetlemeye çalışayım.

Lütfen Hasanali Bey, istirham ediyorum.

Hikâye taa 2014`e dayanıyor. O tarihte Selman Gemuhluoğlu ile birlikte bir sinema projemiz vardı. Merhum Fethi Gemuhluoğlu ile ilgili animasyona dayalı bir dökü-drama filmi... Ü zerinde epeyce çalıştık ama kısmet olmadı.

Kısmeti ne engelledi?

Yeterli bütçe bulamadık. Biz de madem bu film fikrini gerçekleştirecek maddi imkânı denkleştiremedik, bari Fethi Gemuhluoğlu ile ilgili yapabileceğimiz öbür işleri hayata geçirelim dedik. Merhumun vefatının da 40. yıldönümüydü. Selman Gemuhluoğlu ve Zübeyir Bülbül Beyler`le birlikte kafa kafaya verildi ve bu yıldönümünün hatırasına binaen bir dizi sanat ve kültür etkinliği üretildi. Bu etkinliklerin arasında Fethi Gemuhluoğlu`nun dostluk anlayışı çerçevesinde kotarılmış, uluslararası çapta ve dostluk temalı bir kısa film festivali fikri de var. Festival projesi, çalışmalar ilerledikçe öbür etkinliklerin önüne geçti. Ben şahsen 2016 Haziran ayının başından itibaren daha etkin bir tarzda çalışmalara katıldım.

Neyi amaçlıyordunuz?

Amacımız hem Fethi Gemuhluoğlu`nun kendine mahsus o yaratıcı dostluk anlayışının yaygınlaştırmaktı, hem de ilerleyen vakitlerde merhumun adına bir vakıf kurmaktı.

&nbsp

Vakıfta ben de gönüllü olmak isterim. İyi ama neler oldu da bugünlere geldik?

Biz projeye ilgili mercilerden belli bir miktar destek sözü alınca işin realizasyonuna geçtik.

'Projenin sahibi fiili ve tabii olarak Selman Gemuhluoğlu`dur.'

Projenin zaten fiili ve tabii sahibi Selman Gemuhluoğlu Bey`di ama takdir edeceğiniz gibi festivalin bir de uygulama tarafı var. İşte festivalin teknik işlerini yaptırabileceğimiz kişi olarak da Mehmet Lütfi Şen`i düşündük. Buradan bakınca bana işin acı gelen tarafı şu: Bu ismi öneren de benim. Mehmet Lütfi Şen, festivalin teknik altyapısını bizim için hazırlamayı kabul etti. Festivalin taşeronluk süreci için de Balkon Film Şirketi`nde karar kıldık. Neticede festivalin uygulama işinin yürütülmesini, yani festival projesinin teknik işlerini gerçekleştirmek üzere Mehmet Lütfi Şen ve Balkon Film`i yetkilendirdik.

'Projeyi M. Lütfü Şen`in şahsına emanet ettik!'

Ve çalışmalara başladık. Demek istediğim, projeyi Mehmet Lütfi Şen`e deyim yerindeyse emanet ettik. Önce festivali gerçekleştirecek ve şayet elde bir miktar para kalmışsa da asıl gayemizi gerçekleştirecektik. Fethi Gemuhluoğlu Vakfı`nın kurulmasına adım atacaktık.

Eee, durdunuz. Sonra ne oldu?

&nbsp

İşin cılkı da burada çıktı ya. Lâfı uzatmayalım, projeyi emanet ettiğimiz 30 yıllık dostumun bu süreçteki hâl ve harekâtından fevkalâde rahatsızlık hissettiğim için festivalin ilk yılında, yani geçen sene, uhuletle ve suhuletle festivalden ayrıldım. Çünkü aslen projenin sahibi olduğum hâlde işi emanet etiğimiz arkadaşımız tarafından, haberdar bile edilmeden kendimi danışman` sıfatında buldum. Sizin anlayacağınız, çırak çıkarılmıştım. Ben zaten bu işten hiçbir maddi beklenti gütmediğim için ve daha büyük sıkıntılara zemin hazırlamamak gayesiyle, teklif edildiği hâlde, para falan da almadan geri çekildim. Anlayacağınız, Dostluk Film Festivali`nde gördüklerim ve yaşadıklarım beni fena hâlde sarsmıştı. Aşağı-yukarı geçen sene bu vakitlere denk gelen tarihlerde de Gerçek Hayat`taki köşemde dostluk meselesini masaya yatırdığım iki yazıyı peşpeşe yayınladım.

Demek ki eleştirmek kolay, yapmak zormuş.

Doğru. Ama bir festivali alaturka düzenlemek daha kolay. Şimdilerde görüyorum, bahsi geçen festivalde işler iyice karışmış. Belli ki geçen sene bana yapılanların bir benzeri bu sene de Selman Bey`e yapılmış.

Neler oldu da müessisi olduğunuz Festival`i bırakıp gittiniz?

Bu saatten sonra işin 'O bunu dediydi, bu şunu yaptıydı, hayır yapmadıydı.' gibi cihetlerine hiçgirmeyelim bence. Ama meselenin asıl mühim tarafı şu: Bizim neslimizden farklı olarak zamane gençlerinin söyleyecekleri, söylemeden duramadıkları bir sözü var. Bu söz, adi politik numaralara veya sefil ticari gayelere kurban edilmemeli.

'Önüne gelen sanata, edebiyata, sinemaya yön vermeye yeltenmemeli.'

Önüne gelen sanata, edebiyata, sinemaya yön vermeye yeltenmemeli. Resmi ve özel kurumlar da sinemayı desteklemek zannıyla kösteklememeli.

Öznesinde 'dostluk' olan film festivalinin daha ikinci yılında tabir yerindeyse 40 yıllık dostların arası açılıyor. Dostluk, emanet, adanmışlık, diğergâmlık gibi toplumu ayakta tutan mefhumların içi mi boşalıyor? Aslında ne oluyor? Bu gidiş nereye?

Bu gidiş dostluğun da alınır-satılır bir meta hâline getirildiği, her kutsalın içinin boşaltıldığı manen karanlık bir döneme. Fakat şuna dikkatinizi çekerim. İşin böyleliği bizi karamsarlığa sürüklememeli. Tersine, bu şartlarda sahicilik gibi bir gaye güttüğünü söyleyen insanların sorumluluğu artıyor.

Siz tekrar Dostluk Film Festivali`ne dönmekten hazzetmiyorsunuz ama merak ediyorum, kamuoyu olup bitenleri nasıl algılıyor?

Kamuoyunda da garip izlenimler uyandırılmakta. Beni asıl hayrete düşüren şey, genel anlamıyla dostluk temasıyla bile değil, hususen Fethi Gemuhluoğlu`nun dostluk anlayışını yaymak gayesiyle tertip edilen bir festivalin, hangi ara &Acirc şık Veysel`e demir atma ihtiyacı hissettiği... Tabii &Acirc şık Veysel`in kendine özgü mühim manâsı ayrı. İnsan bu neviden tavırlara, gerek sektörün içerisindeki, gerekse bu tür festival organizasyonundaki böyle uygulamalara bakınca Türk sinemasının geleceğinden nasıl ümitvar olsun?

Bu tür uygulamalar mı sizi ümitsiz kılıyor?

Pek değil. Ama Türk insanı da, Türk sineması da çok daha nitelikli filmlere ve festivallere lâyık. Yaptıklarımız gençlerin ufkunu açmalı.

Gençlerin önünü, ufkunu açmak için neler yapılabilir?

Bu cevaplandırılması gerçekten çetin ve bir o kadar da meşakkatli bir soru. Yine de şu hususa işaret etmek isterim.

'Aldığımız eğitim mesnetsiz. Ömür bize gaye kazandırmıyor!'

Aldığımız eğitim, ne yazık ki hem yetersiz ve daha acısı hem de mesnetsiz. Yani bir ömür öğrendiklerimiz bize bir gaye kazandıramıyor. Ve bizi o gayeye taşıyacak istikametten de mahrum bırakıyor. Anladığım kadarıyla sinemada da, edebiyatta da, sanatta da gençlerimizi bir yolunu bulup sahicilik kaygısıyla barıştırmayı başarmalıyız. Yoksa sahtelik bizi tamamen kuşatacak.

Son olarak okuyucularımıza nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?

Sanal âlemde arkadaşlarınızı etkilemek için boşu boşuna gayret etmek yerine gerçek hayatta yüzyıl, ikiyüzyıl sonraki torunlarınız için ciddi işler yapmaya çalışın. Kim olduğunuzu hatırlamaya, ne olmadığınızı da unutmamaya çalışın.

İlginiz için teşekkür ediyorum.

Ben de teşekkür ediyorum.

&nbsp