O günleri, Avrupalıların 'petrolü ele geçirmekten ibaret' bir maksadı halinde görmek, meseledeki çok katlılık ve çok yanlılığa akıl erdirememek demek değil midir. Sorulması gereken bir soru vardı ve hiçbir zaman sorulmadı!.. 20. yüzyılın başındaki o günler`...

Osmanlı devlet iradesi petrolün önemini neden kavrayamamıştı. Bu devlet, topraklarındaki petrole neden bu kadar ilgisiz kalmıştı? Biraz da bunun irdelemesi yapılmalı değil miydi?

Avrupa devletlerinin Osmanlı`ya yüklenmelerini petrolü ele geçirmekten ibaret saymak son derecede eksik bir yaklaşım kalmaktan kurtulamaz.

Avrupa olsun Amerika olsun, Batı hayat felsefesini büyük bir gayret halinde ortaya koymaktadır. Bu gayretin sebebini yeniden keşfetmek gerekmiyor. Bu bir iştihadır. Bu, kelimenin bütün tınlamasıyla ihtirastır.

20. yüzyılın başında Almanya kıta Avrupası`nda sıkışıp kalmıştı. Sömürgeler edinmekte İngilizler, Hollandalılar kadar beceri gösterememişlerdi. Bir telâkkiye göre, Almanlar hep doğru başlamışlar, fakat acelecilikleri yüzünden yanlışlıklar yapmışlardır. Bu yanlışlıklar onlara Birinci Dünya Savaşı`nı da, İkinci Dünya Savaşı`nı da kaybettirmiştir. Mağlup ve perişan olmuşlardır.

Bazı Avrupalı ve Amerikalı deneme yazarları, kimi şairler, felsefeciler, Batı insanında coğrafî nitelikli diyebileceğimiz bir aşağılık kompleksinin yer etmiş olduğunu ima ederler.

Bu yaklaşıma göre Batı, Doğu`yu hep istemiş ve isteyecektir.

Bugün de istemektedir. Hele aktüel bir sıcaklıktır ki, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa devletlerinde komünizm rejiminden mecburen geri dönüldükten sonra, Batı emperyalizmi yeniden cüretkâr oldu. Herkesin içinden geçen bir şey bu.

Fakat insanın akıl erdirmekte güçlük çektiği bir husus vardır. Ben kendi payıma söyleyeyim. Batı devletlerinin ister büyük ekonomik ve askerî güçsahibi olanları, ister kendi halinde, hatta kendi yağı ile kavrulmak durumunda olanları, orta ve uzun vâdeli beka plânları yapmaktadırlar.

Çapı ne olursa olsun, bir devlet kararlılığı gösterirler. Bir hamle üzeredirler. Söz gelimi: Yunanistan`dan bazı dağcılar geldiler. Ağrı`ya tırmanacaklarmış. Dediler ki, ama biz oraya tırmandığımız zaman, Yunanistan bayrağını zirveye dikeceğiz. Sakın yanlış anlamayın. Allah Allah bu nasıl mümkün olur?.. Yanlış anlamamak nasıl mümkün olur!..

Hangi devletlerarası gerilim şartlarında bulunuyoruz? Bu sportif girişimin çağrışımları olmaması mümkün olabilir mi?

Ağrı`ya Ararat denilmesinde ısrar edilmesinden tutun da, Pavlov`un şartlı refleks alıştırmasına taş çıkartacak kadar süreklilik gösteren, bu dağın adı geçtiği her defasında Ermeni ideallerinin çağrışım yapması olayı ile karşı karşıyayız bir defa. Acaba bunun farkında olmamız gerektiğinin farkında mıyız?

Dışarıda Ararat, Türkiye`de de Ağrı` isimleri geçince, ister istemez şartlı refleks zilleri çalmağa başlıyor. Bu bizim toplumumuzun bir realitesidir. Yunanlı dağcıların başka bir dağı seçmeleri kelimenin tam anlamıyla doğru olurdu.

Komşu`nun komşusunun hassasiyetine riayet etmesi beklenir. Yok ondan sonra, büyükelçi garanti veriyor da izin çıkıyor. Bu da gereksiz diye düşünmekten insan kendini alamıyor. Dağcılar o anlamda ne zarar verebilirdi ki!.. Bu konuda Türkiye`nin sıkıntısı tamamen imgeseldir. İmajı sağlamaya bakar yani. Sonunda da sağlamış oluyor. Acaba, dışarıda çağrışım yasaları Türkiye aleyhine işlemeye devam etmeyecek mi?

İmge ve çağrışımlar önemlidir. Propaganda, tanıtım vb. bu iki ögeye bağlıdır. Yoksa havanda su dövmek gibi olmaz mı?

Bakınız şu küçücük örnekte bile, Türkiye, başkalarının faaliyet alanı halinde kalmaktadır. Bu nihayet bir spor. Çok daha vahim konular var. Gittikçe sıkıştırılan bir Türkiye var.

İlim esaslı devlet yönetiminin bizim için daha iyi olacağını düşünmeye ihtiyacımız var. İlim esasına kendimizi ayarlamamız yeni bir boyut olabilirdi. O zaman kültür de bir anlam kazanır ve yararlanılmaksızın duran bir potansiyel olmaktan kurtulurdu.