Çocukluk yıllarımda Asri Saadet ve  Osmanlı imparatorluğu döneminde yaşıyor olmayı çok isterdim. O yılların çocukluk masumiyetiyle bu haklı isteğin daha kolay olduğunu anlıyorum. Zaman bu zaman oldu, hayatı kendimi ve insanları tanıdıkça, o dönemlerde yaşamanın zorluğunun ve sorumluluğunun daha ağır olduğunu şimdi daha iyi görebiliyorum. 

Bin bir özellikle donatılmış insanoğlu; yolunda taşlar dikenler var, içinde nefs, arkada şeytan önünde ise çok da emin olamadığı bir ufuk var. 

Bu zorlu yolculukta seni izleyen, koruyup kollayan ve her daim seninle olan bir yaratıcı var. Yolculuğa başladığında bu hayatın kurallarını anlatan bir rehber, Peygamber var. Yalnız değilsin diyor Yüce Yaradan. Başıboş da değilsin. Nasıl olacak bu iş öyleyse, bu yolda nasıl yürünecek? Bir ömür yolculuğunda, ilk günkü gibi tertemiz nasıl varılacak menzile. Yarış pistinin sonundaki bitiş çizgisine.

Endişelenme diyor, üzülme! Rabbin seninle. Kulak ver diyor, kurallara, rehberin söylediklerine kulak ver!

Oku diyor, kâinatı, yaratılan her şeyi ve kendini! Tanı diyor, seni yaratanı, nefsini, sana yoldaş olacak özelliklerini, karşına çıkacak engelleri.

Ümitsiz olma diyor; bunca sayı ve verilerle ortaya koyduğum bu denklemi çözecek yönetecek aklı bilgi ve beceriyi sana verdim diyor... Diyorsa bir bildiği var, sadece yola koyul ve engellerin çıkacağını unutma. 

Her seferinde yeniden başlamalısın.

Yola koyulmak ve süreklilik. Bir ipek böceğine de öğretilen öğretilmiş, var mı bir kaygısı endişesi; sadece yola koyulmuş, canla başla yapması gerekenle meşgul... Dünya yansa umurunda değil, tabiri caizse. Sadece sorumlu olduğu ile ilgili. Bu yönüyle vurgu yapmak amacım. Biz insanlar için bu durum,  bu kadar kolay değil elbet. Umurunda değil dedik ipek böceğinin, öğretileni yapıyor... Umur, evet umurunda olmak insan için. İnsan olmak, olabilmek bambaşka bir şey. Koca kainatın hükümdarı, emanet edileni, şereflisi, imar edeni, öğreneni öğreteni olmak...Evet insan olmak; dağların taşıyamayacağı duygularla, sorumluluklarla  yaratılmış. İnsan olmak, olabilmek ve insan olarak kalabilmek büyük bir sorumluluk. Umutsuzluk sardığında, hiçbir şekilde kendini faydalı hissetmediğinde, bir süre bir şey yapmasan bile o iyilik halini koruyarak sabit kalman bile, insanlık halini taşırken ki küçük molalar olarak, harika bir deneyim. İşte o dönemlerde kendine ve insanlara yüklenmeden, suçlamadan, zarar vermeden insanca bir dinlenme, nefes alma. Asgari insanlık hali bile çok güzel, yeter ki bir masumiyet olsun... O bıkkınlığını, yorgunluğunu insanca onarabilsin.

Günümüzde insanımızın kendi kendini tolere edemeyişleri, olayları insanları aynı şekilde; doğayla içiçe yaşamayıp, yüksek binalar, taşıtlar, metrolar, insanı yutan devasa iş ortamları, ofisleri içerisinde mekik dokumak derken kendini o ruhsal yanını öteleyerek, görmezden gelerek, bedenen çalışan bir makina misali bir çalışma temposu ve insanlığa sunulmuş tersine dönen bir çark sisteminden kaynaklanmaktadır.

Bir kuş sesine, su sesine, rüzgârın serinliğinde ağaçların yaprak hışırtılarına, çiçekle böceğin uyum halindeki huzura; uzak kalmak hayatın yükünü artırırken, insan olmanın gücünü de bir o kadar düşürmekte.  Toprakla içiçe olan insanların daha sakin ve yüce gönüllü olmalarını anlamak hiçde zor değil. Çünkü oyunu kuralına göre oynamaktır, doğa ile iççe olmak.

Tarımla uğraşmak bu anlamda çok yüce bir meslek olsa da yıllarca köylü diye, en alt sınıf olarak gösterildi. Emek verip, ümidi, teslimiyeti ve sabrı ile üretip rızkını kazanan, paylaşan ve paylaşmayı bilen insanımızdır onlar.

Toprakla uğraşan insan, sevgiyi ve saygıyı bilen insandır. Toprağa, güneşe, bitkiye, zaman vermeyi ve beklemeyi bilir. 

Bizler topraktan uzaklaştıkça fıtratımızdan da uzaklaşmış olduk. Beklemeye, ümit etmeye zamanımız yoktu yaptığımız işlerde. Rasyonel girdilerle kesin sonuçlara ulaşmayı hedef bildik, neticede istediğimiz renkte domatesler, istediğimiz dayanıklılıkta çilekler, çilsiz kayısılar, kurtsuz elmalar ürettik. Ne tadı var, ne vitamini ne de aroması… Sonuçmemnun edici mi? Değil… 

Beş kuruş etmeyen doğal üretimlerimiz, şimdi organik tarım adı altında büyük meblağlarla önümüze pazar olarak çıkmış durumda. Artık o beğenmediğimiz yarı kızarmış domatesler, kurtlu doğal elmalar çok daha pahalı.

Sonuçyine kıymete geliyor. Kıymetini bilmediğimiz her şey bir gün uzanıp alamayacağımız kulvarlarda karşımıza çıkıyor.

‘Koruk sabırla helva olur, sakla samanı gelir zamanı, gün doğmadan neler doğar, damlaya damlaya göl olur’, birçoğu doğayla, tarımla içiçe, bu atasözlerimizin.

Üretici denmezdi eskiden, çiftçi denirdi çünkü sadece para odaklı üretim yapılmazdı, kar marjına göre doğanın, toprağın sınırları zorlanmazdı. Bir yıl ekildiyse diğer yıl nadasa bırakılırdı. Toprağı kustururcasına suni gübreler atılmazdı. Her yıl ürün değişikliğine gidilerek toprağın mineral dengesi sağlanmaya çalışılırdı.

Bütün bunları mühendislik fakültesi okumamış fakat tabiatı, canlıları, güneşin huzmesini, gölgesini, suyun berraklığını, toprağın cömertliğini okumuş ve küstürmeden incitmeden tabiatla bağ kurmuş, nimeti kıymet bilmiş insanımız; düşünerek, aklederek yapardı.

Mühendislik bilgisi insana yaradılış itibariyle verilen bir yetenektir. Bir örümceğin ördüğü ağdaki kaliteyi ve birçok canlının hayranlık veren çalışmasını;  doğa ile baş başa kaldığımızda, bir belgesel izlediğimizde rahatlıkla görebiliyoruz, mikroskop ile bakmadan dahi, açık ve net bir şekilde.

İşin mikroskobik boyutu ise bambaşka, ayrı bir âlem, hayretler ötesi.

Mühendis mantığı denildiğinde bu genetiği okullarda size nakletmiyorlar, sadece mevcut olan belleğe bazı teknik bilgi yüklemeleri yapılıyor, o kadar. Önemli olan Yüce Yaradan’ın bize yüklediği yetenekleri teknik bilgilerle donatıp, bunun ne kadarını hayatla eşleştirebiliyoruz, ne ölçüde hayata taşıyabiliyoruz, buna bakmak lazım.

Ülkemizde tarımın bilimle buluşmasını sadece teknolojik tarım makinaları ile olur zannettik. Ağaçlara buram buram kimyasal ilaçlar sıkarak tarım ile bilimi buluşturduğumuzu sandık.

Böyle bile olsa bir yerden başlamak gerekiyordu elbet, lakin bunun sağlam bir zeminde doğru ilişkiler ile yürütülmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu nedenle her köy kahvesinde ve köy toplantılarında, ilk olarak; “ bizim anlatacaklarımız sizlerin tecrübeleriyle sabit, bizim de sizlerden öğreneceğimiz çok şey var” cümlesi ile başlamaya gayret ederdim. Bunun gayretini ve sancısını, devre arkadaşlarımla birlikte birebir yaşadık.

Seven anlar, anlayan sever. 

Sevginin ayrı bir tedrisat gücü var. İşini sevgiyle yapan yorulmaz, sevgiyle yapılan yemek lezzetlidir, sevgiyle yetişen çocuklar hayata daha iyimser bakar. Öğrencileriyle sevgi bağı kurduğu ölçüde faydalıdır bir öğretmen. 

O halde, bir çiftçiyle iletişim kurmak da bilgiden önce insan olmanın gerektirdiği doğallıktan uzaklaşmadan ve onların emeğini önemseyerek, kaygı ve sorunlarını dinleyerek, hepsinden önce hoş geldiniz diyerek, görevlinin getirmekten imtina ettiği çayı elinizle onlara ikram etmek, önce ve illa ki kıymet vermekten geçiyor. Yeri geldiğinde masanızda duran bir kitabı merak ettiğinde hediye edebilmek, tarlasındaki durumu gidip yerinde incelemek, bu benim görevim değil demeden, takım elbiseniz ile çamurlara batıp toprak tahlili numunesi almak. Siz bir kere alırsınız ama çiftçi amcamız artık onun öyle olması gerektiğini kabul ettiği için, sizin tarıma kazandırmak istediğiniz konuyu artık benimsemiş olmaktadır.

Düğün davetine iştirak etmek, cenaze yemeğinde bulunmak, kısaca insan olmanın gereği, üzüntü ve mutluluklarına dâhil olabilmek.  İlerlemek ama birlikte, karşı tarafın görüş ve önerilerini bilgi süzgecinden geçirerek ikna etmek, sadece masa başında yada kürsüde ahkam keserek değil.

Bir ziraat mühendisi olarak, yeri geldiğinde tarlada kamyon ve traktör sürerek, çitçinin mazot tedarikine kadar ilgilenip, fedakârlık yaptığın topraklarda  verimli güzel işler çıktığını yaşayarak görmek, mücadeleyle kıymeti gün yüzüne çıkarmak gerektiğini düşünüyorum… Sevgiyle, emekle, sabırla, vazgeçmeden.

Bizzat sahada olmak çok kıymetli, o mesleği icra etme noktasında. Bu anlamda öğretmenlerimizi de doktor ve sağlık çalışanlarını da yürekten tebrik ediyorum birebir insan odaklı kutsal işler başarıyorlar. ‘Sevginin gıdası izhardır’ diyor, Merhum Ömer Tuğrul İnançer hocamız. Mekânı cennet, derecesi ali olsun. 

Işığını yansıtamadığın sevgi zamanla yok olmaya mahkûmdur. 

Mesleğinizin de gereğini icra edememek o mesleğe olan ilgi ve sevginizin de yok olmasına, faydalı olamamaya nedendir.

Kendini bilen, Rabbini bilir. Rabbini bilen kendinden haberdardır, kendini bilir.

Sorumluluklarını bilir ve gereğini yapar, ne pahasına olursa olsun iyi ve doğru olan istikamette mücadelesinin hakkını verir. 

Evet… O dönemde yaşamayı kim istemez ki, dediğinizi duyar gibiyim. Rabbimiz bize gücümüzün üzerinde bir yüklemeyeceğini bildirmişken, şuan içinde bulunmuş olduğumuz kulluk gayretine ve hassasiyetlerimize baktığımızda, bu konuda kendi şahsım adına söylemeliyim ki, kimsenin kulluk bilincini ve gayretini sorgulamak niyetinde değilim elbet.

O döneme ait, Peygamberin incisi, gözbebeği sahabelerden mi olurduk?  Şuan ; Kuran ve sünnete olan tabiliğimiz hangi oranda, diye düşünüyorum. Bunca gaflet içinde yaşarken,  o dönemin münafığı mı yoksa Peygamberin  (sav) inciteni mi olurduk, hiçaklım almıyor. O zamanın şartlarına göre her bir sözünü, gözünü kırpmadan yerine getirmek, cihada katılmak, zulüm görmek, yoklukla mücadele etmek, sevdiklerinden yurtlarından vazgeçmek, her yiğidin harcı değil elbet… O zor şartlarda iman etmek var, bir de şuanda olduğu gibi Müslüman bir aileden dünyaya gelip, Müslüman bir ülkede her türlü imkân ve nimet içerisinde, az şükür ve bol şikayetle sürdürdüğümüz bir hayat var.

Osmanlı Devleti döneminde yaşamak ise gerçekten asalet rüzgârları estiriyor insanın ruhunda… Hayali bile çok güzel. Lakin; şu anki halimiz ve tavrımızla Koca Sultanların, hizmetine su taşıyan mı olurduk, sırtına hançer saplayan mı ? 

İnanın bu tahlil bile; öz eleştiri anlamında, kendi adıma, rehavet gaflet, tembellik, hazırcılık ne derseniz deyin birçok eksikliği görmeye neden oldu diyebilirim. Şimdilik, sadece görmeye;   düzeltmeye neden olan hayırlı vesileler de göndersin Rabbimiz! Âmin.