Bir grup öğretmen arkadaşımla, “Öğrencilerin derslere karşı ilgilerini nasıl artırabiliriz?” diye konuşuyoruz. Matematik öğretmeni olan arkadaşım; çocukların büyük çoğunluğunun son derece ilgisiz olduğunu, bir konuyu defalarca anlattığı halde çocuğun, yüzüne boş boş baktığını, çok dalgın olduklarını, dikkatlerini derse veremediklerini, ödevlerin, yapılmış olmak için yapıldığını, bir iki öğrenci dışında çoğunluğun hiçbir hedefinin olmadığını, birçok öğrencinin 2+2’nin bile 4 ettiğini söyleyip yazamadığını söyledi.

Türkçe öğretmeni arkadaşım da ; asıl sorunun okuma, anlama sorunu olduğunu, birçok öğrencinin okumasının son derece kötü olduğunu, çocukların çok basit metinleri bile anlamaktan aciz olduklarını, okumaktan son derece sıkıldıklarını, bir soruyu bile okumaya üşendiklerini, kitap okuma konusunda istekli olmadıklarını, zorladığında ise bin bir türlü yalana, bahaneye başvurduklarını söyledi. Devamında da: “Okuduğunu anlama sürecini oluşturan iki unsur vardır: kelime bilgisi ve metni anlama. Bir metni anlayabilmek için metinde kullanılan kelimelerin, deyimlerin anlamlarını bilmesi gerekir. Çocukların kelime, deyim, terim, mecaz bilgisi çok zayıf, en meşhur deyimleri, atasözlerini bile bilmiyorlar.” dedi. 

İngilizce, Fen Bilimleri öğretmenleri de öğrencilerle ilgili, yukarıdaki görüşlere benzer düşüncelerini ve gözlemlerini anlattılar.

Ortaokul öğrencileri için dile getirilen bu ve benzeri düşüncelere katılır mısınız bilemem ama durum gerçekten çok kötü ve üzücü. Her geçen gün daha da kötüye gittiğini de ekleyebiliriz.

Öğrencilerin derslere karşı ilgisi yok denecek kadar az. Okullarda meraklı öğrenci kalmadı neredeyse. Öğrencilerin dikkat süreleri artık saniyelerle sınırlı. Hiçbir konuya derinlikli ilgi duymuyorlar. Kitap okumak istemiyorlar. Okumaları çok yetersiz ve zayıf. Okuduğunu anlama,
anladıklarını ifade etmede çok yetersizler. Düzenli ders çalışma, planlı ders çalışma, yazı yazma konusunda çok çok yetersizler. Kendi kendine öğrenme, araştırma becerileri son derece zayıf. Ellerine kitap almak istemiyorlar. Öğretmenle göz teması kuramıyorlar, öğretmeni
dinleyemiyorlar. Kafaları hep dolu. Bakışları boş. Bir konu hakkında tartışma, istişare yapma becerisinden yoksunlar. Mankurt ya da zombi olma yolunda hızla ilerleyen bir nesille karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.

Çok karamsar bir tablo çizdiğimi düşünenler olabilir, onlar meseleyi birazcık yakından inceleme imkanı bulabilirlerse oldukça iyimser bile kaldığımı göreceklerdir. Çevrenizdeki bir, iki ortaokul ya da lise öğretmenine, müdürüne sorun durumu. Onlar size bütün gerçekleri söyleyeceklerdir. Hiçbir şey olmasa bile son yılların uluslar arası PISA, TIMS sınavlarına bakmanız yeterli olacaktır.
Okuduğunu anlamada, matematik ve fen okur yazarlığı alanlarında ülkemizin çocukları ortalamanın oldukça gerisinde bir performans göstermişlerdir. 

Öğretmen arkadaşlarımızla, “Peki ne yapabiliriz?” diye de konuşuyoruz. “Aileler durumun neresinde?” diyoruz. “Bu durumun asıl sebebi ne olabilir, diğer ülkelerde durum nasıldır?” diyoruz.

'Eğitimcinin derdi eğitimdir' diyerek meseleyi tartışmaya devam ediyoruz:

Bir öğretmenimiz, “Aileler de durumun farkında, çocuklarının ilgisizliğini, isteksizliğini çok iyi biliyorlar.” diyor. Bir başka öğretmenimiz; “Ailelerin de çok yorulduğunu, artık çocukları kendi hallerine bıraktıklarını, durumun bütün çıplaklığıyla farkında olduklarını ama ellerinden bir şey gelmediğini, öğretmenlerin ellerinden geleni fazlasıyla yaptıklarını gördüklerini, bazı ebeveynlerin de bütün sorumluluğu okula ve öğretmenlere yüklediğini söyledi.”

Rehber öğretmen de; “Bu gün yaşanan bir çok sorunun temelinin pandemi dönemine dayandığını, çocukların hala kendilerini toparlayamadığını, o zaman yaşanan eğitim boşluğunun daha uzun süre kapatılamayacağını, çocukların uzun süre ekrana maruz kalmalarının etkilerinin hala devam ettiğini” söyledi. “Çocukların ellerinden tablet, telefon ve bilgisayarların alınmadığı
müddetçe ya da çok ciddi bir sınırlama getirilmediği müddetçe yukarıda sayılan olumsuzlukların ortadan kalkmasının mümkün olamayacağını” ifade etti. “Aslında çocukların tabletle, telefonla aşırı vakit geçirdiğini, bu durumun o çocuğun eğitim, sosyal ve duygu dünyasına son derece zarar verdiğini, bu durumu da herkesin bildiğini, bile bile bu durumun yaşandığını, hiçkimsenin bu konuda elini taşın altına koymadığını, işi akışına bıraktığını, herkesin çözümü bir başkasından, okuldan, devletten beklediğini” söyledi.

Evet, durum tam da rehber öğretmeninin ifade ettiği gibi. Ebeveynlerin büyük bir çoğunluğu çocuklarındaki ilgisizliğin, isteksizliğin, hedefsizliğin farkında. Çocukların ders çalışmasını sağlamak oldukça zorlaştı. Birçok ebeveyn çocuğuyla dersler yüzünden ciddi bir gerginlik yaşıyor. Çocuklar ders çalışmak, kitap okumak, ödev yapmak istemiyor, ailesi de onu zorluyor, olmayınca biraz daha zorluyor, yine de olmuyor. Netice olarak da bir yerden sonra ipler kopuyor, tartışma, kavga başlıyor. Hiçolmadığı kadar aileler çaresizlik içinde. İmkanı olan aileler, çocuğu için özel eğitim koçundan, özel öğretmenden, özel danışmandan destek almaya çalışıyor. Psikologlardan yardım isteyenlerin de sayısında ciddi bir artış olduğu gözlemleniyor. Çocuklar kendi haline bırakıldığında günlerce, aylarca eline kitap almıyor, ödev yapmıyor, ders çalışmıyor. Çalışması gerektiğine de inanmıyorlar. İhtiyaçhissetmiyorlar. İçlerinden gelmiyor. O kadar cazip, o kadar büyüleyici, o kadar etkileyici dijital mecralar var ki onların dünyasından sıyrılıp da gerçeklerin dünyasına geçmek çok zor geliyor çocuklara. Zamanla dijital mecralara bağımlı hale gelen çocuklar için tehlike çanları çalmaya başladı bile. Bugün ailelerin, öğretmenlerin en büyük imtihanı, çocukların teknoloji ve sanal oyun bağımlılığı ile mücadeledir.

Bu mücadele, öyle kolay bir mücadele değildir, tek başına, bir kurumla, bir okulla olabilecek bir iş de değildir. Olay öylesine büyük, organize, küresel ki… Çocuklarımız üzerine, aile üzerine oynanan oyunlar çok büyük. Onlarla ancak birlikte mücadele edilebilir. Tüm ülke olarak, toplum olarak, bütün güçlerimizle birlikte mücadele edersek başarabiliriz. Aksi takdirde bireysel çabanın ötesinde bir şeyler yapma şansımız yok gözüküyor. Ne kurtarırsak kârdır diye düşünmek lazım belki de. Bazen uyanık bir kişi, uyuyan bir toplumu uyandırmaya yeterli olur.

Mesele dönüp dolaşıp Amerikalı Romancı G. Michael Hopf’un şu meşhur sözüne geliyor: “Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır, güçlü insanlar iyi zamanlar getirir; iyi zamanlar zayıf insanlar yaratır, zayıf insanlar zor zamanlar getirir.”

Bugünün ebeveynleri zor zamanların insanlarıydı, güçlüydüler. Çocukları ise iyi zamanların insanları olarak yetiştiler, o yüzden zayıf insanlar oldular. Şimdi sırada tekrar zor zamanlar var. Önümüzdeki günler, yıllar çok zor zamanlar olacak. Çok ciddi sıkıntılar çekilecek. İşte o yaşanan zorluklar tekrar insanları güçlendirecek ve devamında iyi zamanlar yaşanacak. Bu döngü hep böyle devam edecek gibi görünüyor. Bu döngüyü ancak çok bilinçli bir eğitim sistemiyle, çok bilinçli bir aile yapısıyla kırabiliriz. Japonya, Norveçgibi ülkeler nasıl halletmişlerse biz de yapabiliriz. Yeter ki konfor düşkünlüğünü, israfı, lüks tüketimi, gösterişi, gereksiz harcamaları, şımarıklığı bırakalım.

Çözüm son derece net, kolay ve biliniyor: Çocuklarımıza sorumluluk vereceğiz, onların işini biz yapmayacağız. Her yaşa uygun, çocuğun gelişimine uygun sorumluluklar vereceğiz ve yapmalarını sağlayacağız. Önlerine oyuncakları yığmayacağız, her isteklerini yerine getirmeyeceğiz. Çocuklarımızla nitelikli, birebir, göze göz ilişki kuracağız, onlarla nitelikli vakit geçireceğiz. Çocukları bir reklam aracı, bir gösteriş aracı, bir statü aracı haline getirmeyeceğiz. Onların bir birey olduğunu bilerek davranacağız. Onları bir organımız gibi, kendi uzantımız gibi görmeyeceğiz. Çocuklarımızın nasıl olmasını, nasıl davranmasını istiyorsak önce kendimiz öyle davranacağız, onlara örnek olacağız. Çünkü çocuklar anne babalarının sözlerini değil davranışlarını öğrenirler. Çocukları asla boş, kendi haline bırakmayacağız, mutlaka onlara uygun meşguliyetler, uğraşlar, işler bulacağız. Dijital unsurlarla, tabletle, telefonla, bilgisayarla olabildiği kadar geçyaşta tanıştıracağız ve kesinlikle ama kesinlikle sınır koyacağız. Bir aile çocuğuna akıllı bir telefon aldığı gün aslında onu kaybetmiş oluyor, bunu unutmayalım.

Birçok anne baba çocuklarına kıyamıyor. On beş, yirmi yaşına gelen çocuğa hala bebek muamelesi yapılıyor bu ülkede. Yapmayın efendim! Çocuklarınızı gerçeklerle olabildiğince erken tanıştırın. Dünya, gerçek yaşam çok acımasız. Sonra tüyü yolunmuş kaza dönüyorlar. Gerçeklerle yüzleşince hemen pes ediyorlar, travma yaşıyorlar, ilk günden işi bırakıyorlar, hatta hiççalışamıyorlar. En küçük bir eleştiriyi bile kaldıramıyorlar prens ve prensesleriniz.

Bırakınız çocukları, düşe kalka büyüsünler. Onların öğrenme mutluluklarını, işe yarama duygularını, hazlarını çalmayın. Kendinize başka oyuncaklar bulun, başka meşguliyetler bulun. Çocuklar sizin oyuncağınız değildir.