Yakup Kadri Karaosmanoğlu 

Bir öğle sonu. Akşama doğru büyük camilerimizin birinde, tenha bir köşede, bir sütun dibinde oturduğum zaman kendimi uhrevi bir mıntıkaya ermiş zannederim. Fatih Cami-i şerifinde bilmem neden her yerden ziyade ruhaniyet vardır. Ruhum orada dini murakabenin azami huzuruna varır. Bu cami diğer mabetlerimizden ne daha büyük ne daha muhteşem ne daha bediî olmakla beraber havasında imanı kuvvetlendiren ve insanı muvakkat bir zaman için devrin hayhuyundan, gündelik hayatımızın hasis ve zelil tahassüslerinden tecrit edici bir halet vardır. 1920 senesinde İstanbul’dan kaçmak istediğim zaman kalbim mütekallis (gergin), şakaklarımda bir acayip sıtmayla oraya giderim ve camiye girmezden evvel Fatih muhitinin durgun manzarasından bundan beş asır evvel mevcudiyetimize ait bin hatırayla sükûn bularak yavaş yavaş sanki günlerce, sanki aylarca yürüyen uzak yollardan gelmiş bir hacı gibi mabedin serin gölgesine sığınırım. 

Burada ruhum her türlü tehlikeden ve her asrın türlü cefasından masundur, içinde bulunduğun bina kurulalıdan beri geçtiğimiz merhaleler birbiri üstüne yığılan seneler, biraz evvel ortasından çıktığım mahlûc (atılmış), melun (lanetlenmiş) ve mağşuş ( zayıf) alem bana serin gölgenin arkasından bana bir hayal gibi görünür. Bir kâbusun hatırası gibi müphem ve bulutludur. Ve gönlüm her türlü izden muarra (temiz), yeni doğmuş bir çocuk kadar saf, tamamıyla Rabbin huzurundadır. İçimden ne bir iştikâ (şikâyet eden) ne bir isyan sesi duyarım. Biraz evvel dışarıda işittiğim sözleri bir deli saçması kadar manasız, gördüğüm işleri bir hayaletin harekâtı kadar vâhi (gereksiz) bulurum. Gözlerimi kapar ve kendimi dinlerim. Kalbimde güya bir memba açılmış gibidir. Bu membaın suları yavaş yavaş bütün vücuduma dağılır. Bende günaha, masivaya, küfür ve isyana dair ne varsa hepsini yıkar, siler götürür. Böylece varlığımdaki bütün fena şeylerden, kısmen yabancı ellerin kanıma telkin ettiği zehirlerden kurtulurum, boşalırım. Sade seven, sade nedamet eden, sade secdeye varmış bir ruh halimle kalırım. 

Maneviyatımızı yükseltmek ve ruhumuza ezeli neşeden bir hisse vermek namazda, duada, hatta bir cami köşesinde, bir sütun dibinde bağdaş kurarak otururken de bulmak kabildir. Elverir ki gönlümüzü bir an için dünyevi, kaygılardan tecrit edebilelim. Din yalnız, nas ve kanundan ibaret değildir. O aynı zamanda ruhun bir haletidir ve bir nevi ulvi heyecandır. Cennet vaadi Allah’ın o kullarına mübeşşerdir ki, kıbleye karşı el bağladığı vakit sureleri yalnız dudakları okumaz, rükû ve sücûda yalnız cismi varmaz, bütün mevcudiyetiyle ruhani mıntıkaya girmesini bilir. Ve fenafillâh olacak kadar şeyda bir aşk hisseder. 

 İkdam- 9 Haziran 1920

Editör: Elif Şahin