"İnsan zayıf yaratılmıştır " (Kur'an 4/28) böyle diyor Allah kitabında insanın niteliklerini anlatırken. Yani insan hayatını sürdürürken zayıf duruma düşmez hilkaten herkeste mevcut olması inkar edilemez bir vasıftır zayıflık.
Burada "zayıf" kelimesi yerine "aciz" kelimesi kullanılabilir miydi diye düşündüm bir an. Zayıf kelimesinin aklımıza gelen ilk anlamıyla yani beden olarak sıska, olması gereken kilodan daha az bir kilodaki kişi olarak düşünülür. İkinci anlam olarak ise de "sahip olması gereken nitelikleri taşımayan" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Biri fiziksel bir noksanlığı ifade ederken diğeri derûnumuzdaki nakıslığı ifade eder. Fakat nasıl ki insanın uygun kiloda olması mümkünse uygun nitelikte olması da mümkündür. Hatta hayatın esas amacı budur; Allah'ın insanı layık kıldığı ahsen-i takvim seviyesine çıkmak. Zaten bu ayetin tefsiri yapılırken insanın zayıflığının nefsinin kötü arzularına olan düşkünlüğünden ve insanın zaafları haline gelen terbiye edemediği insani hususiyetlerinden bahseder. İnsanoğlunun bu hayattaki telosu insan kalmak olmayıp insanın üstünde bir varlık göstermek olduğu için sadece nefsin hakkını vermek adına Allah'ın giderilmesine cevaz verdiklerinde aşırıya kaçan kişi hayvânî bir kemiyete bürünmüş olur. Söz gelimi dünyadaki aslî vazifesi yemek içmek üremek olan hayvanatın özelliklerinden kendimizi arındırarak nefis mücadelesi ve riyazetle erişilmesi arzulanan son nokta kişinin kendini aşan bir insan modeli oluşturmasıdır.
"Aciz" kelimesine gelecek olursak bu kavram daha çok "güçsüz, beceriksiz, zavallı, biçare gibi anlamlara gelir. Aslında bu bir bakıma bana insanın kendisinden güçlü olana, her türlü çareyi nezdinde bulundurana olan hadbilirliğin ifadesi olmasını çağrıştırır. Yani kanımca aciz olmak ile zayıf olmak aynı şey değildir fakat zayıf olmak aciz olmayı da her zaman için kapsar. İnsan zayıflıklarını aşabilir ancak daima acizdir çünkü acizlik insanın Allah katındaki durumudur ki insan daim Allah'ın huzurundadır.
Nitekim aciz bırakan şey, oluşumu akılla açıklanamayacak durumlara da "mucize" deriz. Einstein'ın bu minvaldeki; "hayatı iki şekilde yaşarsınız; ya her şeyi bir mucizeymiş gibi ya da hiçbir şey mucize değilmiş gibi" sözü çok manidardır. Çünkü bu da insanın kendi acziyetinin farkındalığı ile alakalıdır. Hayattaki bakış açımızı her iki perspektifi değerlendirerek bakalım şimdi. Meydana gelen her şeyin bir mucize olduğunu düşünürsek bir kalbin çalışmasından bir çiçeğin büyümesine kuzunun kokusundan annesini tanımasından yağmurdan sonra çıkan gökkuşağına kadar her şeyin ama her şeyin oluşmasındaki nizam ve intizamdaki olağanüstülüğü görmezden gelmek görme melekesinin ancak baş gözüyle olabileceğini düşünenlerin ahmaklığıdır. Her şeyin bilimsel bir açıklaması olduğunu iddia eden güruhun sadece meselenin kışırında kaldığı en ufak bilinmezlikte çıkmaza girdiği örtük zihinlerin idrak edemeyeceği bir mana kapısıdır her şeye mucizeymiş gibi bakmak... Yani burada asıl mesele zuhur eden o olayın nasıl gerçekleştiğinden ziyade kusursuz bir döngüde gerçekleşmeye devam ediyor olmasıdır. Biz bilimin meseleleri açığa kavuşturmasındaki iddiasını kanıksıyor değiliz fakat bilim bize her zaman nedenleri sunamaz genelde nasıllarla ilgilenir.
Bu da bizi tüm bu zuhuratı gerçekleştirenin kim olduğu sorusuna cevap almak için Farabi'nin duasında dediği gibi zorunlu varlık (vacib-ül vücut) olan Allah'a yöneltir. Elbette ki Allah'ın varlığının mucizeviyatından haberdar olan insanın her baktığı mevcudatta her gördüğünde Allah tecellisi ile her hadisede kendi aczinin büyüklüğünü anlayacaktır.
Kişinin hiçbir şeye mucize değilmiş gibi olan bakışındaki fikriyatı da belki Allah zülcelal için imkansız diye bir şeyin olmadığı, kudretinin her şeye yettiği bilincinin olmasıdır ki bu da teslimiyet noktasındaki bir kişinin duruşu olabilir ancak. Yani evet birbirini takip eden gece ve gündüz, yörüngesini şaşırmadan akıp giden gezegenler... bunlar düşünüldüğünde ikame edenin Allah olup nasıl gerçekleştiğini birilerinin bize anlatarak ikna etmesinin gereğinin olmadığı bir noktainazardır.
İnsan evvela acizliğini bilmelidir. Nasıl ki bir ailenin en aciz ve korunmasız mensubu olan bebeğin ağlamadan bile nimeti ayağına gelir bizim de Allah ile olan birlikteliğimizde takındığımız tavır buna yönelik olmalıdır. Allah'ın güç ve hükümranlığını kabul ederek koca kainatta bir zerrat olduğumuzun farkında olup meydana gelen her şeyin hayrete medar tarafının künhüne varmalıyız. Böylece her şeyin nasıl mucizevi bir reaksiyon gösterdiğini müşahede etmiş oluruz.