Son zamanlarda şahit olduğum, duyduğum, gördüğüm, yaşadığım, izlediğim, okuduğum bazı olaylar üzerine bu yazıyı yazma gereği duydum. Özellikle belirtmek isterim ki yanlış anlaşılmasın: Toptancı ya da genellemeci birisi değilimdir. İyinin içindeki kötüyü, kötünün içindeki iyiyi görmeye çalışan birisiyimdir.

Eskiden bir insanın yaşamı ile sözleri ve düşünceleri arasında gözle görülür bir uyum vardı. Bir kişinin hal ve hareketleri ile konuşmaları genelde birbirine uyardı. Yalnızca lisanı ile icra etmez tüm azalar bir bütün olarak hareket ederdi. Böylece, insanları tanımak daha kolay hale gelirdi. İç` in dışa vurumu, gizlenemez ve de yadsınamaz biçimde, kalpte olanın bir dışavurumu olarak lisan-ı hal`e yansırdı. Bu adamdan şu davranışların beklenilmesi, o adamın da o davranışları sergilemesi genelde olağandı. İnsanların içleri ile dışları birbirine çok daha yakındı. Herkes içindekini, kendisinde olanı yansıtır, olduğundan çok da farklı gözükmezdi. Mevlana`nın formülize ettiği gibi söylersek insanlar göründüğü gibi olurlar ya da oldukları gibi görünürlerdi.

Biraz daha açacak olursam şu misalleri verebilirim: Örneğin bir hacı amca, işinde gücünde dürüst, yardımsever, çevresine karşı şefkatli davranan, camiye gidip gelen, dilinden şükür sözcükleri dökülen, insanları iyiliğe, güzelliğe teşvik eden biri olarak bilinirdi.  

Okumuş biri için bu kişiden zarar gelmez, iyiyi, kötüyü bilir, ona soralım denilirdi. Elinde bağlamasıyla türkü söyleyen bir aşık ya da ozan için iyi yürekli insan, milletin haline tercüman oluyor, örnek insan denilirdi. Sanatçılar için, ne kadar kibar ve nazik insanlar, ince ruhlu, hoş görülü insanlar denilirdi. 

Bir din adamı için, önder ve örnek şahsiyet, milleti doğru yola teşvik ediyor, edep-adap, yol-yordam öğretiyor diye düşünülürdü. Bir öğretmen sadece okulda öğretmen değildi. Aynı zamanda mahallenin, köyün, sokağın da öğretmeniydi ve herkese yol gösteren bir kılavuz olarak görülürdü.

Bir Doktor, halk kahramanı olarak tanınır, şifa dağıtıcısı olarak toplumdan büyük hürmet ve saygı görürdü.  Yine bir hemşire ya da sağlık görevlisi adeta bir iyilik meleği olarak adlandırılır ve ellerinden şifa bulunurdu.

Kaymakam, hakim, savcı, avukat gibi meslekleri icra edenlere karşı büyük bir saygı duyulur, onların varlığı ile gurur duyulur ve onlara karşı büyük güven duyulurdu.

Esnafın bir saygınlığı vardı. Bilinirdi ki esnaf, halkın halinden anlar, garip- gurebaya yardımcı olurdu. Yolda kalmışa, açve açıkta olana, yetime, fakire herkes sahip çıkar, kimse bunlardan bir menfaat elde etmeyi düşünmezdi. Evlerinin önünde oturan teyzeler, mahallenin bakkal amcaları sokakların adeta güvenlik unsurlarıydı.

Bir adamın ya da kadının kılık kıyafetinden, hal ve hareketlerinden nasıl bir kişi olduğu iyi mi, kötü mü, gururlu mu, mütevazi mi olduğu anlaşılır ve ona göre muamele yapılırdı.

Şehirli, şehirli gibi davranır, köylü, köylü gibi davranır, okumuşu, yazmışı ona göre davranır, kabadayısı, çetesi, mafyası da kendine göre davranırdı.

Siyasetçi ve  politikacıların da kendine mahsus bir davranış tarzı vardı ve halk kimin nasıl davrandığını bilir ve ona göre muamele ederdi.

Devlet adamları gerçekten devleti temsil ettiklerini hissettirecek şekilde ciddi bir tavır sergilerlerdi.

Öğrencilerimiz, gençlerimiz, çıraklarımız, işçilerimiz de kendilerine mahsus tavır ve davranışlarını sergilerdi. Kimin ne olduğu, bakıldığında anlaşılırdı. Öğrenci giyim kuşamıyla, hal ve hareketleriyle öğrenci olduğunu hissettirirdi. Okula giden öğrencilere toplumun, esnafın, dolmuşçunun bir şefkati, merhameti vardı.

Bütün bu örnekleri verirken aklınıza şu gelebilir. Hiçmi kötü yoktu? Elbette vardı. Ama onlar da bilinir ve ona göre muamele görürlerdi.  Kötü birisinin iyi birisi gibi davranması ve iyi birisi gibi muamele görmesi nerdeyse imkansızdı. Kimse koyun postuna bürünmüş kurt ya da pirinçiçinde beyaz taş olmaya çalışmazdı vesselam.

Gelelim günümüze;

Ne oldu bize? Orası meçhul;

Her şey karmakarışık bir hal aldı. Bütün ülke kocaman bir köy oldu. Bütün dünya da  global bir mahalle oldu sanki değil mi? 

Ne sınırların, ne dillerin, ne dinlerin, ne kültürlerin, ne yaşam biçimlerinin bir değeri ve farklılığı kaldı?

Bütün ülkeler, bütün insanlık tek bir çizgi üzerinde birleşti sanki. Herkes aynı oldu.  Bütün renkler tek bir renge, bütün diller tek bir dile, bütün mimariler tek bir mimariye, bütün paralar tek bir paraya, bütün giyim-kuşam ve ev eşyaları tek bir modele, bütün müzikler tek bir müziğe dönüştü değil mi?

En önemlisi yahut en kötüsü de denilebilir, bütün insanlar, tek bir insan formatına büründü. Bütün kimlikler, bütün değerler, bütün kişilikler ve karakterler sanki kayboldu ve ortaya yepyeni bir insan karakteri doğdu. Bu yeni insan karakterinde her şeyden birazcık var sanki. Birazcık okumuş, birazcık eğitimli, birazcık dil bilen, birazcık teknolojik becerisi iyi, birazcık iyi konuşan, birazcık dinleyen, birazcık duyarlı, birazcık duyarsız, birazcık merhametli, birazcık acımasız, birazcık iyimser, birazcık kötümser gibi gibi. Baskın bir karakter ve kişiliği olmayan her türlü havaya ve şekle girebilen, yerine ve duruma göre davranışlar sergileyen, dışarıda bambaşka birisi iken kendi kendine kaldığında tamamen başka birisi olan, iyi mi, kötü mü olduğuna bir türlü karar verilemeyen garip bir insan topluluğu ile karşı karşıyayız.

İnsan, tarih boyunca hiçbu kadar yalnız ve çaresiz kalmamıştı belki de. Her şeyin sınırsızca olduğu, kalabalıkların zirveye çıktığı bir çağda yalnızlık ne tuhaf değil mi? Kimse kimseyle gerçek anlamda ilgilenmiyor artık. Herkesin öznesi kendisi olmuş durumda. Dışarıdan bakıldığında son derece duyarlıymış gibi davranan, dışarıdan bakıldığında sevgi dolu görünen, yardımsever, cömert görülen insanların tek başlarına kaldıklarında ne kadar da cani bir ruh taşıdıklarını ve son derece nefret dolu olduklarına şahitlik edebilirsiniz. 

Halka her türlü konuda ahkam kesen bir profesörün nasıl da bir kadın cinayetine karıştığını, sahnelerde milleti coşturan ünlü bir sanatçının mahkemede taciz davasıyla yargılandığını, bir öğretmenin çocuğa şiddet uygulamaktan hapse girdiğini, örnek alınan bir film yıldızının uyuşturucu kullanırken yakalanmış olduğunu görünce ne hissediyorsunuz?

İki gün önce hocasından yardım isteyen ve olumlu cevap alamayan bir hukuk öğrencisinin hocasını katletmesini, bir ruh hastasının önüne çıkan gençbir kızı kılıçla öldürmesini, bir babanın kendi çocuklarını ve karısını öldürmesini nasıl karşılayabiliriz? 

Ü nlü bir YouTuberın nitelikli dolandırıcılıktan yargılanmasını, bir uyanık girişimcinin milletin parasını toplayıp yurt dışına kaçmasını, iyi eğitimli bir gencin seri cinayetler işlemesini, bir hasta yakının doktoru bıçaklamasını nasıl karşılıyorsunuz?

Sakalları ağarmış, yaşı kemale ermiş, mümin görünen bir adamın en olmadık bir yerde görülmesini,  söz verdiği halde iş görüşmesine gelmeyen bir elemanı, gündüz başka, gece başka davranan bir din adamını nasıl tanımlayabilirsiniz?

Sürekli yalan söyleyen bir yöneticiniz, sürekli yalan söyleyen bir siyasetçiniz varsa, doğruları konuşmayan popülist  gazeteciler ekranları dolduruyorsa ne hissedersiniz?

Yalan söylemeden artık ticaret yapmanın mümkün olmadığını söyleyen emlakçılar, oto galericiler, pazarcılar  ve müteahhitlerden geçilmiyorsa çevreniz ne düşünürsünüz?

Aldığı maaş karşılığı asıl işi öğretmek olan öğretmenlerin ek gelir için öğrencilerini özel derse yönlendirmesini, gerek olmadığı halde bir sürü tahlil isteyen özel hastane doktorunu, basit bir parçanın değişimi ile giderilecek olan bir arıza için bütün aracı topyekun bakıma sokan oto servisini nasıl değerlendirirsiniz bilemiyorum.

Az da olsa hakikati söyleyen ve uyarılarda bulunan alimlerin, bilginlerin, aydın ve mütefekkirlerin nasıl da linçe uğradıklarını, Kuran-ı Kerimden ayetlerle ve  hadisi şeriflerle ikazda bulunan hocalarımızın ve alimlerin nasıl da dışlandıklarını ve horlandıklarını görüyorsunuzdur her halde.

Bu listeyi de uzatmak mümkün.

Değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum. Herkes farklı düşünebilir elbette. Kişisel düşünceme göre sorun, aynı ortak paydada buluşuyor.

İnsanlık olarak iki türlü bir kişilik geliştirdik ve o şekilde yaşamayı tercih ediyoruz. Biri olması gereken, dışarıya yansıtılan ideal kişilik diğeri de kendi kendimize kaldığımızda olduğumuz gerçek kişiliklerimiz. Bu iki kişilik arasında sürekli gidip gelen bir insanlık var artık. Öyle ki, tanımlanamayan, hakkında hüküm verilemeyen, evrensel normlara uymayan bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Problem, iki kişilikli olmamızdan ziyade bu iki kişilik arasındaki makasın iyice açılması. Korkunçderecede farklılık sergiliyor insanlar artık. Aklınıza, hayalinize gelmeyecek davranışlar sergiliyor hiçbeklemediğiniz şahsiyetler. 

İnsanların iki kişilikli olması ya da iki yönünün bulunması yeni bir durum değil elbette. İnsanlık hep böyleydi. İnsanın ruhani yönü ve nefsani (hayvani) yönü vardır. Hangisini daha çok beslersen o öne çıkar. Bedenimizi ve beynimizi hangi aklımızın yöneteceği meselesi aslında bir yandan da mesele. İki türlü akıl vardır: Aklı maad, ahiret hayatını, sonsuz hayatı önemseyen ve ona uygun bir yaşamı öneren akıl bir de  aklı maaş vardır ki dünya hayatını önemseyen, hayatı sadece dünyadan ibaret gören akıl demektir. Beden sarayımızı hangisine teslim edeceğimizdir önemli olan. Her iki aklı da uyum içinde kullanmaktır belki de asıl kahramanlık. 

Çözüm var ve biliniyor olmasına rağmen neden böyleyiz değil mi?  

O da irade meselesi, inançmeselesi işte. Hayatı anlamlandırmak meselesi birazda. Bilmek değil marifet, marifet bildiklerimizi yapmak, uygulamaktır.

İçeride ve dışarıda, kalabalık içinde ya da yalnızken bizi her daim gören ve gözetleyen ilahi gücün farkında olarak davranmak ve yaşamak gerekiyor. Vicdanımızın sesini dinleyerek, hakikat olanın peşinden giderek, dosdoğru bir şekilde yaşamak gerekiyor.

Aksi takdirde insanlık olarak içinde bulunduğumuz bu dip noktasından yukarılara çıkmamız çok zor gözüküyor.