TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ

1932 yılında Tokyo’da bir havacı subay uçağıyla havalanır. Hava sislidir. Bu yüzden rotayı şaşırır. Farkında olmadan uçağı İmparatorun sarayının üzerinden geçmiştir. Fark edince uçağından iner inmez harakiri yapar, yani Japon usulü intihar eder. Sebep açıktır: Ben nasıl olur da imparatorun kutsal şahsiyetine karşı farkında olmadan dahi olsa bu hakaret fiilini işlerim! Zira Japon havacılık geleneğine göre uçaklar imparatorun sarayının üzerinden uçamazdı. 

“Japon modernleşmesi” denilince hatırımıza ilk düşen imaj, bu Türkiye’nin yaklaşık yarı büyüklüğündeki ada halkının geleneklerini büyük ölçüde muhafaza ederek Batılılaştığı, daha doğrusu modernleştiğidir. Batılı değil ama modern: Son yıllarda yaygınlaşan tabirle söylersek Batı dışı modernliğin ilk zaferi Japonya’da kazanılmıştır. Bu o devre kıyasla şaşırtıcı, hatta sersemletici imajın Mehmed Akif’in Safahat’ındaki yansıması şöyle olmuştu:

Daha bunlar gibi çok nâdire gördüm orada.

Âdem’in en temiz ahfadına mâlik bir ada.

Medeniyet girebilmiş yalnız fenniyle…

O da sâhiplerinin lâhik olan izniyle.

Âkif’e göre Japonya Hz. Âdem’in en temiz torunlarına sahiptir. Medeniyet oraya yalnız teknik olarak, o da Japonların verdiği izinle girmiştir. Japonlara Müslüman demek için bir tek tevhidleri eksiktir. Yoksa onların ahlâkı zaten İslam ahlakıdır. “Siz gidin” der, “İslamın saflığını Japonlarda görün.”

Millî şairimizin Japonya’ya gitmişliği yoktur gerçi ama onda bu derin Japon muhabbetini uyandıran pınar, bir dönem İstanbul’da arkadaşlık yaptığı ve dergisinde yazı yazdırdığı Özbek asıllı Abdürreşid İbrahim’dir. Hem şahsen anlattıkları, hem de 1912 yılında basılan Âlem-i İslâm ve Japonya’da İslâmiyetin Yayılması adlı 1,300 sayfa hacmindeki eserinde yazdıkları Milli Şairimizi derinden etkilemiştir. (Bende İşaret Yayınları’nın 2003 tarihli 2 ciltlik baskısı mevcut; haz: Ertuğrul Özalp.)

Kimdi bu Japonlar? Merak ediliyordu. Edenlerden biri de Sultan 2. Abdülhamid olmuştu.

Yıldız Sarayı’ndan ateşlenen fişek

1892’de huzura kabul edilen Yamada Torajiro adlı Japon tüccar ve diplomat, Sultan hazretlerine kendi aile yadigârı olan 16. yüzyıldan kalma bir Samuray zırhı ile miğferi ve bir de kılıç hediye etmişti. Halen Topkapı Sarayı’nda sergilenen bu nadide eserler aslında Sultan’ın 2 yıl önce Japonya’ya gönderdiği fakat dönüşte çıkan fırtına sırasında kayalıklara çarparak batan Ertuğrul fırkateyninin ziyaretine teşekkür mahiyetindeydi. Kazada şehit düşenlerin ailelerine verilmek üzere Japonlar tarafından toplanan yardımı getirmek maksadıyla gelen Yamada İstanbul’da yıllarca kalacak ve Türk-Japon münasebetlerinin tohumlarını atacaktı.

Yamada Torajiro'nun Osmanlı kıyafetiyle pozu.

Yamada’nın gelişinden 2 yıl sonra İstanbul’u ziyaret eden Japon Prensi Komatsu’nun oğlu Prens Fushimi Yıldız Sarayı’nda Sultan tarafından kabul edilmiş, çıkarken Osmanlı saray erkânı ile hem fötr şapkalı (Avrupa seyahatinden dönüyordu), hem de fesli iki fotoğraf çektirmişti.

1894 yılında Sultan Abdülhamid’i ziyaret eden Prens Fushimi ve maiyetinin fesli Osmanlı kıyafetleriyle çekilmiş nadir görülen fotoğrafı. Sol başta karenin kenarında kalmış olan zat, ünlü ressamımız Şeker Ahmed Paşa’dır.

İşte Osmanlı Devleti ile Japonya arasındaki münasebet böyle başlamış, zamanla her iki devletin kapitülasyonlarla bağlı olmasından dolayı sınırlı kalmış olsa da günümüze kadar devam etmiştir. İlginçtir, 1. Dünya Savaşı’nda Japonya İtilaf devletleri arasında yer almış olmasına rağmen doğrudan çatışmaya girmemişiz. Dahası, Japonya Lozan Barış Antlaşması’na taraf devletlerden biri olmasına rağmen antlaşmadan çekilmiş ve karşımızda yer almamıştır. Bu da geçmişteki olumlu hatıralarımızın bir tezahürüydü.

Japonlar nasıl modernleşti?

1868 yılına kadar diktatör diyebileceğimiz Şogunların yönetiminde dışa kapalı bir yönetime sahip olan Japon aydınlar ellerindeki ekonomik ve askeri gücü kullanarak 1867 yılında başlattıkları isyanla bugünkü Japonya’nın temellerini atan Meiji devrimini yaptı. “Zengin devlet, güçlü ordu” anlamına gelen Fukoku Kyohei sloganı yeni bir söz olmayıp 1600 yıllık bir Çin klasiğinden alınmıştı.

1891'de İstanbul'a gelen iki Japon kruvazörünün mürettebatı Gümuşsuyu kışlasında ziyafette.

Ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasi kurumlarını hızlı reformlarla değiştiren bu modernleşme hamlesiyle Japonya 30 yılda, öncesinde karşılarında ezildiği Batılı güçlere kafa tutacak hale gelmişti. Nitekim 1905 yılında Rusya’ya savaş ilan edecek ve Napolyon’u bile yenmiş olan Rusların gururuna ağır bir darbe indirecekti. Ruslar çaresiz kalıp teslim olduğunda Japonlar bütün Doğu halklarına bir mesaj göndermiş oluyordu: Azgelişmişlik kaderimiz değildir, istersek biz de onlar kadar güçlü olabiliriz.

Yıldız Sarayı’nda merak had safhadaydı: Bir masa kurulmuştu Rus-Japon savaşı için. Rölyef harita üzerinde bayrakların yer değiştirmesini dikkatle takip eden Sultan Abdülhamid danışmanlarıyla savaşın seyrini takip ederken Japon modernleşmesinin sırlarını öğrenmek üzere Pertev Demirhan’ı cepheye göndermiş, ondan aldığı raporlardan savaşın içyüzünü daha net fotoğraflar halinde görmeye çalışıyordu.

Sultan umutlanmıştı. Rusya’nın yenilmesinden memnundu ama “Japon mucizesi”nin sırlarını öğrenmeye de can atıyordu. Türk ruhu Japonların tecrübesinin kendilerini derinden ilgilendirdiğini görmüştü.

Kendine özgü kapitalizmi, şirket aileleri, tüten fabrika bacaları, telgraf hatları ve demiryolu şebekesinin ülke sathına bir ağ gibi yayılması, hasılı bir ada ülkesinin dünyanın en güçlü 3. ekonomisi haline gelişi… Bütün bunlar elbette hayranlık verici adımlardı. Halk ibadet eder gibi çalışıyordu. Büyük paralar kazanmalarına rağmen hiç istifini bozmadan ve eşitlik ilkesini zedelemeden mütevazi şartlarda yaşamaya devam ediyordu.

Dışarıya yansıyan tablo muhteşemdi elbette ama bunun altındaki dinamik neydi? Bu başarıların gerçek kaynağı neredeydi?

Sabancı ile Toyota’nın patronu

Yıllar önce Toyota’nın patronu ortaklık anlaşmasını imzalamak için geldiği İstanbul’da rahmetli Sakıp Sabancı onu Atlı Köşk’te ağırlamış. Toyota’nın patronu “Bu koca köşkte kaç aile kalıyorsunuz?” diye sormuş saf saf. Sakıp Ağa bir Köroğlu, bir Ayvaz mealinde cevap verince adamın şaşkınlıktan gözleri iyiden iyiye büyümüş. Sakıp Ağa ‘Sizin köşkünüz de az değildir canım’ diye yumuşatmaya çalışınca adamcağız “70 metrekarelik bir ev bize yetiyor da artıyor” diye cevap vermişti.

“Önce ahlak ve maneviyat”

Bu noktada rehberimiz adını andığımız Abdürreşid İbrahim, Mehmed Âkif’i yerinden hoplatan kitabında o kadar çarpıcı sahnelere yer veriyor ki, bunların nesiller boyu ibret nazarıyla incelenmesi gerekir ama nerde? Varsa yoksa sosyal medyada devlet kurup devlet yıkıyoruz. Lakin bilelim ki, Japonların ahlakî ve manevî temellerini incelemezsek “Japon mucizesi”nin kapısını dahi aralayamayız.

Bir üniversite kütüphanesinin okuma salonuna giren Abdürreşid Efendinin dili tutulur. İçeride 600’ü aşkın talebe okumakla meşguldür. Hayretinden sorar:

            •          Her gün bu kadar adam bulunur mu burada?

Adam der ki:

            •          Bugün az. Bazı günler 1000’i geçer, hatta 1400 olduğu vardır.

Bu cevabı okuduktan sonra gidin, kütüphanelerimizin haline bakın. Ağzına kadar genç doludur ama kitap okuyan azdan azdır. Kütüphanelerimiz maalesef ders çalışma mekânları haline gelmiştir.

Derken kütüphaneden Arapça bir Hadis kitabı getirirler Abdürreşid Efendiye. Bir hadisi okuyup Japoncaya tercüme eder. Kütüphane müdürü hemen kâğıt kalem getirtir, kitabın kenarına o hadisin tercümesini yazdırıp imzalatır. O tarihte üniversitede Arapça bilen olmadığı için bu kaydın yapılması Japon kültürüne hakiki bir katkı kabul edilir ve böylece yazılı kültürün Japonlar nezdindeki önemi ortaya çıkar.

Ardından özel bir müzeye gider. Müdür aradığımız cevabı seyyahımızın kulağına fısıldar:

“Bir zamanlar Avrupa elbisesine kalıp olduk, şimdi artık lüzum kalmadı. Zaten bundan sonra yakışmaz da. Biz Japonya’da milliyet meselesini muhafaza etmesek olmayacak, milliyet de yalnız laf ile olursa olmaz. Japonluğun bütün kuvveti milliyet-i tabiiyesidir (tabiatından gelen milliliğidir). Biz Rus muharebesini silah gücünden ziyade kuvvet-i milliye (milli kuvvetimiz) ile kazandık.”

Abdürreşid Bey özetler:

Japonların millî ahlakları yegane sermayeleridir. Bütün Japonlar millî ahlaklarıyla iftihar ederler ve bunun korunması uğrunda her türlü fedakârlığı göze almışlardır.”

Biraz anlıyor muyuz ‘Japon mucizesi’nin sırlarını acaba?

Japon anne çocuğuna evde yazma dersi veriyor.

“Harflerimiz manevî gıdamızdır”

Ve tabii eğitim. Onu da bize Pertev Paşa anlatsın:

 “Mutlaka okuyup yazmayı ve mümkün olduğu kadar her iki elle yazmayı öğrenmeğe mecbur olan çocukların hepsi artist ruhludur; yaptıklarını makine gibi değil, şuur ile, anlayarak ve bilerek yaparlar. En küçük çocuklarda bile vatan sevgisi iyice yer tutmuştur.”

Bu dünyanın en zor alfabelerinden biriyle daha 1912 yılında okuryazarlık oranını yüzde 98’e yükselten Japonya bu noktada kolay olduğunu sandığımız Latin alfabesini kullanan bütün Batılı ülkeleri geride bırakmıştı.

Demek ki neymiş? Alfabenin kolay veya zor olmasının bir halkın okuryazarlığına etkisi yokmuş. Esasen kolay veya zor alfabe diye bir şey yok, iyi veya kötü öğretilen alfabe vardır. Japonlar bizim idarecilerin yaptığı gibi ‘alfabemiz zor öğreniliyor, öyleyse kolayıyla değiştirelim’ ucuzculuğuna kapılmamış, zor veya kolay, Çin’den de almış olsak 1700 yıllık kendi alfabemizle mücadele edecek ve kazanacağız diye inanmış ve başarmışlardı. Nitekim Prof. Takata’nın Abdürreşid İbrahim’in genişçe naklettiği bir konferansında Japon alfabesiyle manevî karakterleri arasındaki derin bağı şöyle anlattığını görürüz:

Biz vatanımızı-milletimizi muhafaza edeceksek milletimize ait her ne varsa hepsini muhafaza etmeliyiz. Harflerimizin her bir kelimesi bizim için mukaddestir. Harflerimiz manevî gıdamızdır.

Japonlar geleneksel olarak Türkler gibi yer sofrasında yemek yerdi.