Yelpaze, sıcaktan rahatsız olan insanı rahatlatmak için sallanan bir nimettir. Fakat o sallanış, kara sinekleri ve sivrisinekleri kahreder. O zaman yelpaze nimeti gibi ilahi kanunla işleyen, insana faydalı rüzgar ve deprem nimeti de, Allah ın takdir yelpazesi olarak nasıl olur da isabet eden imtihanlarla dolu olmaz? Aksi halde doğa olayları sonrasında hayatımızda gerçekleşen lütufları, sıkıntıları, zorlukları, can ve mal kayıpları gibi sonuçların rastlantısal olduğunu ve tepkilerimizin bile isteye ölçülmediğini ve imtihan edilmediğimizi kabul etmek durumunda kalmış oluruz. 

Madem ki cüzi olan yelpaze bile, bir şeyi bozmak veya bir şeyi düzene koymak için olabiliyorsa, esen rüzgarların, depremlerin, yağmurların ezeli ilimle lütuf olarak pek çok şeyi düzene koyduğu kabul edildiği gibi çok şiddetli meydana geldiklerinde ise insanların rahatını, güvenliğini bozup, ezeli ilim dahilinde imtihanların oluşmasına sebep oldukları nasıl olur da inkar edilebilir?

Şiddetli bir biçimde büyük bir yelpazeyi bir insanın sıcaklığını almak adına iyilik için sallayan biri, o alanda bulunan bazı sineklere yelpazesinin çarpmasıyla, zarar görebileceklerini ve bazılarının  ölebileceklerini hesaba katarak bile bile yelpazeyi sallamaktadır, zarar vereceğini anladığı ve zarar vermeye başladığı anda fiilini sonlandırmayarak, sonuçlarını bilerek ortaya çıkarmış olur.  Aynı misal, doğadaki pek çok doğa olayı nimeti verilirken gerçekleşen doğal afetler içinde geçerlidir. 

Fay hatlarının ve yanardağların ilahi kanun ile zaman zaman patlaması bizim için elzemdir. Bu sayede dünyamızın merkezindeki ateş deryası 'mağma', içinde biriken gazı atıp, rahatlamış olur. Anlıyoruz ki, deprem gibi bir nimet olmasaydı, dünyamız infilak ederdi.

Bor madenleri, maden suları, şifalı kaplıcalar deprem vesilesiyle ortaya çıkmış olan nimetler olup, faydalanılan bu nimetlerin olduğu bölgelerde, iradesi dışındaki kader ile yaratılmış kimselere, deprem vesilesiyle çıkmış bu nimetlerin bile isteye isabet ettirildiği çok açık; Bu durum depremin etkilerinin ve sonuçlarının, insanla ne şekilde ilişkisi olacağının, kimlere temas edeceğinin bilerek yaratıldığına da delildir. 

Bor madenleri, maden suları, şifalı kaplıca gibi nimetlerin olmadığı bazı bölgelerde doğmuş kimselere ilahi kanunların işleyişi ile deniz, petrol gibi başka faydalanılacak şeyler ilahi plan ile verildi. Tabiatta gerçekleşen hadiseleri zahiri sonuçlar üzerinden okuduğumuzda, tek tek insanların dikkate alınarak bu tabiat hadiseleriyle ortaya çıkmış nimet ve imtihanların, tek tek kimlere isabet edeceğinin önceden bilinerek verildiği ispatlanmış olur. Hiçbir şeyi öncesini ve sonrasını bilmeyen, tanımayan kör, sağır ilahi kanunlarla Rabbimiz tarafından dilediği kimselere ızdırari kader ile denk getirilen nimetler olduğu gibi imtihanların ve musibetlerin de bilinçli bir şekilde o bölgelerdeki insanlara denk getirildiğini anlayabiliriz. 

İlahi kanunların işleyişi sonrası ortaya çıkmış nimetlerden faydalanan kimselere, isabet ettirilen bu nimetler üzerinden bazı imtihanlarında isabet ettirildiği çok açıktır. Mesela deprem nimetinden afetler, yağmur nimetinden sel gibi periyodik olmayan bazı imtihanların, musibetlerin o bölgelerde doğmuş ve büyümüş kimselere farklı şiddet ve seviyede geldiğini gözlerimizle tanık olabiliyoruz. İnsan iradesi dışında doğal afetin isabet edeceği bir bölgede bir kimsenin dünyaya getirilmesi, dünyaya gelen bu çocuğun, deprem ile evi yıkılacak bir, aileye ilahi takdir ile verilmiş olması, o evde bir gençiken bu tabii afet vesilesiyle ilahi ikaz, imtihan ile karşılaşması, ilahi takdir değil de nedir?

İnsanların olumlu ve olumsuz fiilleri dikkate alınarak, sonuçları açısından insanlara ne kadar fayda ve/veya zarara vesile olacağı ezeli ilimle bilinen bir deprem, istenilen zaman diliminde ve belirlenen ölçüde okyanusların ve denizlerin ortasında da yaratılabilir, insanların yaşadığı beldelere yakın yerlerde de; İnsanların kalbindeki manevi durum ilahi adalet gereği dikkate alınarak, ne kadar fayda ve/veya ne kadar zarar verebileceği ezeli ilimle bilinen, uzun süre aktif olmayan eski fayların, aktif hale geçirilmesiyle meydana gelecek bir depremin şiddeti istenilen zaman diliminde çok da olabilir, az da;  

Depremin sonuçları üzerinden okuyoruz ki, Rabbimiz ezeli ilimle, bize depremin vesile olduğu nimetleri bile bile rahmeti ile tattırır. Aynı zamanda deprem gibi doğa olayları vesilesiyle ortaya çıkmış nimetler sayesinde, Rahman ın bu gibi nimetlerine olan borcumuzu ödeyip, ödemediğimiz bize bile bile hatırlatılmış olur. Bile isteye hatırlatıldığını fıtramızda kabul eder. Bunu kabul eden aynı fıtrat, deprem ile güvenlik, huzur, mal ve can nimetinin azaltılarak ortaya çıkan sıkıntılı ve zorlu süreçlerin, borcumuzu ödeyip, ödemediğimizi bize hatırlatacağı ezeli ilimle bilenerek, bu sürecin bize yaşattırıldığını nasıl kabul etmez! 

Doğa olayları vesilesiyle nimetlerin artışından dolayı insanın, yüce kudrete karşı borcunu ödeyip, ödemediğini hatırlatan yani günahını (ödemediği borcunu) ve sevabını (ödemiş sayılan borcunu) tartmasını sağlayan, insanın bu hatırlayıcı fıtratıyla uyumlu doğadaki olayların, bilerek, yaratıldığı çok açık; Aynı doğa olaylarının bu sefer doğal afetlere dönüşmesinden dolayı insanlarla ilgili bazı nimetlerin (güvenlik, mal vs. ) azaltılması sebebiyle, insanların yine borcunu ödeyip, ödemediğini düşüneceği yani yine günahını (ödemediği borcunu) ve sevabını (ödemiş sayılan borcunu) tartacağı ezeli ilimle bilinerek, insanların bu hatırlayıcı fıtratıyla uyumlu yaratılmış bu doğal afetin, insanların manevi durumlarıyla (günah ve sevaplarıyla) ilgili olduğu çok açık;  

Dünya ve içindekilerin, insanların yaratılma sebebi, Yaratıcının kendi yarattığı insanın dış görünüşüne bakmak değil de, insanın kalbine ve kalbinin işlediği fiillere bakmak değil miydi? O halde dünyamızda yaratılan tüm hadiselerin asıl gayesinin bu olduğunu bilen biri tarafından, tabii afetlerin insan evladının maneviyatıyla alakalı yani kalbin ve kalbinin işledikleriyle  (günahları ve sevaplarıyla) alakalı bir imtihan, bir ecir imkanı, bir ilahi ikaz ve test etme işlevi olduğunu nasıl kabul etmez! 

El-Adl ismi gereği haksızlık olmaması için doğal afetlerin, manevi durumlarına göre kimilerine ilahi ikaz veya ilahi imtihan, kimilerine ilahi ceza olarak musibetlerin geldiğini fıtrat ve adetullah ile anlamaya çalışalım. 

Kimileri dağlar kadar borcunu sorumsuzca ödemeyerek (kendini de bu açıdan günahkar yaparak), suçişlediği için ceza olarak, kendisine borçverilen şeylerin bir kısmının bir süreliğine haczedilmesi, bu gibi suçların önlenmesi adına hayret edilecek bir durum değildir. Bu verilen cezalara tanık yapılan borcuna sadık olan sorumluluk bilincine sahip (muttaki) kimselerin, bu cezalardan ibret alıp, ihtiyatlı davranması sağlanarak, borçlarını hakkıyla ödeyebilmesi adına akıbeti için tedbir almasına, borcu için ayıracağı kazancını (ecrini) arttırmaya bile isteye sebep olunmuş olur. Herhangi bir borçhususunda suçsuz birine (bir masuma) haciz geldiğinde, bu yaşadığı azıcık sıkıntıya mukabil, kendisine mükafat gibi verilecek olan sevineceği bir tazminat hakkı adalet gereği verilmektedir. 

Borçlarla ilgili bu hukukun oluşturulma gayesinden anlıyoruz ki, insanların fıtratı ve ne yapıp, edecekleri önceden bilinerek (öngörülerek), tazminat hakkı, haciz veya ceza gibi unsurlarla adaleti sağlayacak sistemi, öncesinden bilerek (öngörerek) kurgulama niyetinde olunmuş.

Tabii afetlerin ezeli ilimle günahkarlara, muttakilere (sorumluluk bilincine sahip kimselerin) ve masumların başına isabet edeceği önceden bilinerek, bu kimselere borçlarla ilgili hukuktan daha üstün bir adil sistem önceden kurgulanarak, bu kimselerin başlarına gelen tabii afetler ile ilahi adaletin gereği olarak kimileri için mükafat mahiyetinde tazminat hakkı, kimileri için ceza mahiyetinde haciz, kimi muttakiler için kazancını (ecrini) artırıcı bir fırsat ortaya çıkar. Tabii afetlerin isabet ettiği, manevi açıdan farklı seviyedeki kimselere planlı bir ilahi adaletin uygulanacağı ezeli ilimle çok önceden bilindiğinden, bile bile tabii afet süreçlerine izin verilerek, en nihayetinde de olsa ilahi adalet sağlanacağı için insan evladına bu tür musibetler, yaşatılabilmektedir. 

İnsan evladının, hadiseleri zahiri sonuçlar üzerinden nasıl okuduğuna şu açıdan bir bakalım;

Bize daha önce defalarca borçvermiş biri, imkanı olduğu halde, bir yatırım için borçistediğimizde bize vermeyip, başkasına borçverdiğini gördüğümüzde, daha öncesinde bu dostumuza karşı yaptıklarımızı ve yapmadıklarımızı iyi bildiğimizden  aklımıza ilk gelecek seçenekleri sırasıyla şöyle dile getirebiliriz:

'Daha önce bana ihsan edilmiş borçlarımı ödemediğim veya kasten geciktirdiğimden ötürü kul hakkına, günaha girmiştim. Bundan dolayı borçvermeyip, benim zorlu sıkıntılara düçar olacağımı bildiği halde, beni mahrum bırakarak cezayı kesti ve böylece borcumu hatırlattı' der. Tedbir ve önlem amacıyla insanoğlu, ilk olarak kendi suçunu, günahını düşünür. 'Beni çok seven, pek çok kez güvenli, huzurlu ve rahat olmam için destek olan bu dostum, hoşnut olmayacağım bir zararın bana gelebileceğini bile bile, imkanı olduğu halde borçvermediğine göre, kendisine karşı bir kusur veya kul hakkı olan bir günah mı işledim?' diye düşünür. Her zaman huzur ve güvenli olmasını sağlayan dostu tarafından bu sefer borçverilmeyerek, işlediği kabahati ve günahı sorgulayıp, kendisinin bu konuda ıslahı için bile isteye dostu tarafından bu sürecin yaşatıldığını fark eder. 

İnsanoğlu bu dostuyla ilgili kendi mevcut ilişki durumunu çok iyi bildiğinden diğer ihtimaller hakkında da şöyle düşünür:

Acaba, dostuma karşı bir suçve hata yapmayıp, günaha girmemeye dikkat ettiğim halde, bana yakıştıramadığı  bir şeyden dolayı bana bir ikaz mı yapmış oldu? Bana her daim iyilik yapmış bu dostum, kendisine olan borcumu hatırlayıp, zamanında ödeyecek gücü kendimde bulduktan sonra mı her zamanki bu borçverme iyiliğini bana yapacak? Acaba, ona vefamı artırmak için ekstra bir ecir bir çaba mı istiyor? İnsan evladı hayatındaki tecrübeleri fıtratıyla böyle okuyarak yaşar.

Hayatındaki tecrübeleri fıtratıyla böyle okuyan bir yapıya sahip insanoğlunu bildiğinden Rabbimiz, doğal afetleriyle bize mesajını böyle okuma yapan insan fıtratını bilerek iletir. Ayrıca, sonuçları açısından fayda ve/veya zarara vesile olan doğa olaylarının insan ile temas edeceğini bilerek, izin veren bir ilah olduğu hakikatine, yarattığı doğa ve canlılar üzerinden insanoğlunun iman etmesini sağlayan Rabbimiz, hadiseleri bu minvalde insanoğlunun kolayca okuyabileceğini bilerek, doğa olaylarıyla mesajını iletir. 

Doğal afetler ve insanoğlunun şerleriyle karşılaştığımız rastlantısal olmayan hadiselerin yaratılarak, bize isabet etmesine izin verilmesi aslında, çocuğuna iyilik yapan bir annenin yeri geldiğinde çocuğunun hayrı için acı ve sıkıntıya izin vermesi gibi bir eylemdir. Şöyle bir anne düşünelim; Bu anne, kanser olan ama asla ümidini kesmediği çocuğu için ameliyat yapılmasına izin veren mühim bir karar veriyor. Çocuğu ameliyat olmazsa eğer, ameliyattaki sıkıntıdan çok daha büyük bir zarara uğrayacak;  

Çocuğun ameliyathanede korku dolu gözlerle baktığı önlüklü adamlar kasap değil, uzman doktor. Yapılacak iş ise bir kesip, doğrama faaliyeti değil, çocuğun hayrına cerrahi bir ameliyattır. Annenin aldığı karar hiddetine yenik düşmek veya düşmanlık değil, büyük bir şefkat, merhamet örneğidir. 

Rahmetiyle bu anneye verdiği merhamet sayesinde, annenin ameliyata izin vermesini bilerek, yaratan çocuğa hastalık vermesi ile sıkıntılı ameliyat sürecini bilerek, yaratan doğal afetler ve insanların bize olan şerleriyle yaşadığımız zorlu süreci bilerek, yaratan aynı ilahtır. İşte anne ile oğlu arasında Allah ın yaşattığı bu sürecin bir benzerini Allah, direkt kulu ile kendi arasında bu süreci yaşatmak için ameliyat misali doğal afetlere izin verip, bilerek yaratmaktadır. Cenab-ı Hak, anneyi ve oğlunu üzecek bu zorlu hastalığa ve zorlu cerrahi ameliyata müsade ettiği gibi, birilerinin bir kuluna yaptığı şerlere razı olmasa da izin verip, bilerek yaratmaktadır. 

Şer gibi gözüken ama aslında sağlık nimetine vesile olacak olan sıkıntılı bir ameliyat sürecine Rabbimizin izin vermesindeki hikmet gibi doğal afetlere ve bize karşı yapılan şerlere Rabbimizin izin vermesindeki hikmet de, sıkıntıya mukabil nimete vesile olacak ilahi adaletin en nihayetinde tecelli edeceğinin ezeli ilimle planlanmasıyla ilgilidir. 

Doğa olaylarıyla bize gelen musibetleri böyle okumalıyız; İşlediğimiz günahlar, haramlar yaptığımız yanlışlar, şükürsüzlükler, bizde adeta manevi hastalıklar meydana getiriyor. Bu manevi hastalıklar ile ölürsek eğer, 'Allah korusun' dehşetli bir yoğun bakım olan cehenneme gideriz. Ama sonsuz şefkat sahibi olan Allah ın merhameti buna izin vermeyerek, yoğun bakım olan cehenneme göre çok hafif olan doğal afetler ve şerle ilgili musibetler vesilesiyle bazı kullar adeta ameliyat ediliyor ve bu sıkıntının ilahi adalet tecellisi olarak günahlardan temizlenerek cennete gönderilmek isteniyor. 

Ameliyatlar elbette ağrısız, sızısız, acısız, sıkıntısız olmaz. Kendi yapıp, ettiklerini çok iyi bilen, günah hastalığına yakalanan kimilerine doğal afetlerin, kimilerine ise birileri tarafından yapılmış şerrin isabet edebileceğini anlamış kimse, tüm tehlikelerin Allah ın bilerek yaratmasıyla geldiğinin bilinciyle, Rabbine karşı endişe ve korku duyguları güçlenmiş olur. Bu sayede itidal seviyede oluşan bir endişe ve korkuyla, Kur an ve sünnetteki ilahi takdire teslim olarak, kendi akıbeti için riske girmemiş olur ve ıslahı için gayret eder. Tabii afetin, ahiretteki derecesini artıracak ecirler için gelme ihtimali olsa bile, günahından dolayı gelmiş olabileceğini ihtiyatlı bir biçimdeki düşünür ki, böylece kendini garantiye almış olsun. Günahından dolayı geldiyse musibet eğer, bu ilahi ikazı ıskalamadan kendini ıslah edebilmesi için bu temkinli anlayış şarttır. 

Hadiseleri manevi sebeplerden sıyırıp, sadece nedenselliğe bağlayan birinin, kendisine manevi sebeplerden dolayı isabet edebilecek tabii afetleri ve insanların işlediği şerleri, çeşitli tehlikeleri Allah ın kendisine ızdırari kader ile denk getirdiğine dair gaflette olduğundan, Allah a olan fıtri korkusu çok büyük bir darbe yemiştir. Mesela, günahından dolayı tabii afetin veya birinin şerrinin, ezeli ilimle bilinerek, kendisine isabet ettirildiği kabul edilmediğinden, bilerek isabet ettiren Allah a olan korkusu darbe yemiş olmaktadır. Bu durumdaki kardeşimiz, koşulların ilahi plan ile yönetildiği hususunda gaflette olduğundan Rabbine karşı fıtri korkusunu harekete geçirmekte zorlanır, Rabbine karşı korku duygusuyla dua edebilme hususunda kendini ikna etmekte zorlanır. 

Dünyamızdaki hadiselere vesile olan manevi sebepleri (günah, kavli dua vs.) önemli ölçüde devre dışı zannettiğinden, nedenselliğe emanet sandığı akıl ve iradesiyle her şeyin üstesinden gelebileceğini düşünerek, henüz sürmekte olan musibetin kendinden uzaklaşması için güçlükle ettiği duanın, kabul olmamasına dair Allah a olan korkusu dumura uğramıştır. 'İnsan sorumluluğuyla ilgili kader yoktur' anlayışı yüzünden, ızdırari kaderlerin birbiriyle olan etkileşimleri ile koşulları yönetip, bize hayır ve şer işleme seçenekleri sunabilen, bize hayır ve şer işleyen kimseleri denk getiren Allah ı unutan kimsenin elbette, Allah ın yardımını alamama korkusu da dumura uğramaktadır. 

Izdırari kaderlerin birbiriyle olan etkileşimlerini devre dışı zanneden böyle biri, kendini istikametten çıkarabilecek, maddi ve manevi akıbetini kötüye çevirebilecek seçeneklerle, ilahi imtihan gereği karşılaştırılma ihtimali konusunda gaflette olduğundan, Rabbine karşı hissetmekte zorlanacağı korkuyla, akıbeti için neden dua etsin?

Allah a olan korku duygusunu bastıran bu kişide geriye sadece Allah a karşı ümit duygusu kalır. Böyle bir kimsede, Allah a olan ümidinden dolayı Kur an ı doğru anlama ümidi var ama Allah a olan korkusunu bastırdığından Kur an ı ilahi takdire aykırı bir biçimde yanlış anlama korkusu yeterli düzeyde olmayabiliyor;  

Bir bebeği kollarımıza aldığımızda bebeği doğru uyutmak veya doğru beslemekten daha önce yanlış bir şey yapmaktan, incitmekten korkarız. Kur an ı yanlış anlamaktan korkmak, bir bebeği incitme hususunda korkmaktan daha düşük bir seviyede değildir. Kur an ve Sünnet ile ilgili ilahi murada ve ilahi takdire teslim olan bir imana sahip olmak, bir bebeğe sahip olmaktan daha alt kademede değildir. 

Kulun sınırlı akıl ve iradesiyle her şeyi ihata edemediği ve ona şu an ızdırari kaderlerin etkileşimi vesilesiyle idrakini açacak bilginin, henüz verilmemiş olabileceği dikkate alınmadığında, her şeyi salt akıl ve iradesiyle halledebileceğine inanan kişi için akıl ve iradesini kutsamaktan başka bir seçenek kalmadığından, hümanist bir insan olmanın ilk adımı tamamlanmış olur. Allah ın yardımını alamama korkusu dumura uğradığından ve günahından dolayı başına bir musibet gelebileceğini kabul etmediğinden dolayı Allah a olan fıtri korkusunu bastırarak, hümanist bir insan profili için ikinci adım da tamamlanmış olur. 

İlahi takdir olan Kuran ve Sünnet ile ilgili ilahi takdirin, muradın öncelenmesi yerine, geçmişi ve geleceği tamamen ihata edemeyen sınırlı aklın korkusuz cesareti ile kişinin o anki mevcut anlayışı olan hümanist takdire, murada uygun öncelenen bir ilahi takdir anlayışı oluşmaktadır. 

Resulullah a, ilahi emir ve yasakla ilgili Kur an dışı vahiy geldiğini işaret eden aşağıdaki ayetler okunduğu halde, ilahi takdirin, Kur an dışı vahyin olduğunu bize bu gibi ayetler üzerinden gösterdiği gölgelenerek, Allah korkusunun olduğu akl-ı selimden uzaklaştıran ve kutsanmış sınırlı aklı önceleyen hümanist takdire, murada göre bu ayetler yorumlanabilmektedir;  

Bakara suresi 144. Ayette, 'Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin.' ayetiyle kıble, Mescid-i Aksa iken Kabe olarak belirlenir. Kıble, namazın sahih bir bilgiyle yapılabilmesiyle ilgili farz bir emirdir. Halbuki, farz olan kıblenin Kabe olarak değiştirilmesinden daha önce Mescid-i Aksa nın kıble yapılmasıyla ilgili bir emir içeren ayet, farz bir hüküm Kur an da yoktur.

Allah Resulünün kıblenin değişmesini arzuladığını, ayette geçen  'yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz' ifadesinden anladığımız üzere, kıblenin belirlenme hadisesinin yalnızca Allah tarafından olması gerektiği ve Resulün buna teslim olduğu, bizim için bir delil olmaktadır. Allah Resulü nün vahye olan bu teslimiyetinden anlıyoruz ki, önceki ümmetlere gelmiş şeriatlerin ne kadarının korunup, korunmadığını vahiy gelmeden bilemeyeceğinden, yahudilerin yöneldiği Kudüs ün, farz olan kıble olması gerektiği hususunda haşa salt akıl yürüterek, tahminleriyle kıblenin Mescid-i Aksa olması yönünde haşa karar vermez. Dinin esaslarının neler olacağını haşa akıl yürüterek, tahminleriyle belirlemeye kalkışmadığı gibi;  

Bakara 187. Ayette, 'Oruçgecesinde kadınlarınıza yaklaşmanız sizin için helal kılındı. Onlar, sizin için örtüdür siz de onlar için örtüsünüz. Allah, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi ve tevbenizi kabul edip, sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın.' diye belirtilmektedir. Kur an da, 'Oruçgecesinde hanımlarınıza yaklaşmak haram kılındı' diye, bir ayet yok. Bunun haram olduğu bilgisine nerden ulaşıldı? 'Nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi ve tevbenizi kabul edip, sizi bağışladı' ifadesinden ortada işlenmiş bir günah olduğunu anlıyoruz. Ayette, 'Artık onlara yaklaşın' dendiğine göre demek ki önceden haramdı, yasaktı. Ama haram olduğuyla ilgili bir yasak ayeti, Kur an da yok. 

Mescid-i Aksa nın kıble yapılması emri, oruçgecelerinde hanımlara yaklaşmanın yasak olduğuyla ilgili Kur an da ayetler olmamasına rağmen, bu bilgilerin nereden alındığına dair alacağımız karar ile aşağıdaki seçeneklerden biri kabul edilmiş olacak;  

Birincisi seçenek, bu emir ve yasak, peygamberimizin haşa kendi akli yorumu ile 'önceki şeriatlerden o zamana kadar korunmuş bir emir ve yasak' olarak tahmin edilip , bu emir ve yasakla ilgili vahiy gelmeden 'peygamberimizin onayıyla uygulandı' diye inanılarak, peygamber ilahlaştırılmış olacak; İkinci seçenek ise, Kur an da yer almayan bu emir ve yasakla ilgili Resulullah a Kur an dışı vahiy geldiği kabul edilerek, yalnızca Allah ın dini esasları belirleyici olduğu kabul edilmiş olacak. 

Allah Resulü, dinin esasları konusunda ne vahyi dikkate almadan hareket eder, ne de Allah buna müsaade eder. Resul ancak vahye (Kur an ve Kur an dışı vahye) uyar. Anlıyoruz ki Kur an ve Sünnetle ilgili bilmediği bir konuda her müslüman, Allah korkusu sayesinde acele etmeyip, karar vermemeli, 'Allah katında hangi ilahi takdir belirlenmişse, ben onu kabul ediyorum' diyebilmelidir, bilmediği Kur an ve Sünnet ile ilgili herhangi bir konudaki ilahi takdiri, Allah a olan ümidiyle öğreninceye kadar;