Değerli okuyucularımız,

Bugün sizlere büyük bir bilgisayar gibi olan insan vücudunun en hayati organlarından biri olan ve adı üstünde vücudumuzun beyni olan 'beynimizin' çok önemli bir özelliğinden söz edeceğiz;

Bu büyük gerçeği ilk defa 1880 yılında Paul Ehrlich isimli bilim insanı fark etti. Yani kan ile beyin arasında seçici geçirgen bir yapı bulunduğunu ileri sürüldü. Bu bilim insanı Ehrlich tripan mavisi olarak bilinen doku boya maddesini intarvenöz olarak verdi. Sonuçenteresandı;

Bu boya maddesi ile tüm organların boyandığını ama sadece beyin dokusunun boyanmadığını tespit etti;

Bilim dünyasını harekete geçiren bu gelişme üzerine Goldmann, bu çalışmayı daha da aydınlatmak için aynı boyayı bu defa beyin omurilik sıvısı içerisine enjekte etti.

Sonuçyine hayretler içinde bırakmaya yetiyordu; Çünkü bu kez de beyin dışında diğer organların boyanmadığını gördü. Beyin boyanmış ama diğer organlara boya geçmemişti.

Bu tıpkı Akdeniz ile atlas okyanusunun bir yerinde deniz sularının birbirine karışmaması gibi bir durumdu;

Yani diğer organlar arasında olmayan, yalnız beyin ile kan arasında mevcut olan bir bariyer vardı; Bu ilahi hassasiyet sonraki deneysel çalışmalarda da rapor edildi.

Buna Kan - beyin bariyeri denildi;

Sonra belli oldu ki beynin ekstrasellüler ortamının sıkı bir şekilde düzenlenmesini sağlayan bir sistem vardı; Kan beyin bariyeri geçirgen olmak zorundadır, çünkü beyin bütün metobolik ihtiyacını kandan alır ve metabolik artıklarını kana verir. Beyin kapillerindeki endotelyal hücreler diğer organlardaki endotelyal hücrelerden oldukça farklıdır. Bu farklılığa neden olan en önemli yapısal olay hücrelerin birbiri ile sıkı ilişki içerisinde olmasıdır.

Buradan elde ettiğimiz sonuçnedir?

Bu bedene ilaçolarak ne girerse girsin beyin her gelene razı olmuyor. Buna kan-beyin bariyeri diyoruz;  

Beyin ancak kendine lazım olduğu kadarını saf olarak alır. Şah damardan da entegre etmeye çalışsan beyin gerekmedikçe bunu almaz.

Onun için beyin kendini koruduğu için vücut gelişiyor. Dikkat ederseniz zihinsel engelli birçok çocuklarda beden de gelişmemiştir.

Beyin mükemmel yaratılmış beden sarayının Nirvana`sıdır; Bu sebeple beyin hastalıklarında da beyne pek bir şey yapılamıyor.

`height=

Bunca hassasiyete rağmen

Bunca hassasiyete rağmen beynin de engel olamadığı bir açık kapı var;   O kapı da ruhsal yönden insan zihninin açık olan kapısı;

Yanlış ortamlarda bulunmak; Yanlış sözler dinlemek; Dezenformasyona maruz kalmaz; Ahlaki değerlerden uzaklaşmak; Daha ötesi isyan, inkâr, şirk noktasında programlar belgeseller vb. izlemek; Bunlara gençihtiyar kadın çocuk herkesin beyni açık;

Beyin bu gibi algı operasyonlarında kendini maalesef koruyamıyor;

Bir sağlıkçı olarak hastaya yaklaşırken sadece biyolojik durumundan hastaya yaklaşamazsınız. Hastanın ruh hali, inançdurumu, moral motivasyonu vb. de sağlığı ve tedavisi açısından son derece önemli değil midir?

Şimdi Y kuşağından bahsediliyor; Bu kuşağın duygusuzluğundan vefasızlığından vb. söz ediliyor;

Bu kuşağı eleştiriyoruz ama bir örnek verelim. Hani derler ya Fatih`in İstanbul`u fethettiği yaş 21`di. Böyle bir gençlikten söz ediliyordu. Ama bazıları da diyor ki 'bana Fatih`i Fatih yapan o dönemi getirin, ben size başka Fatihler yetiştireyim.'

İşte asıl mesele bu; Bugün eleştirmek yerine durum tespiti yapmak gerekmiyor mu?

Toplum ne hale gelmiş bunu anlamak gerekmiyor mu?

Geçen gün bir camiye gittim. Yeni yapılmış, inşaat halinde; Dışarıdan baktığınızda janjanlı çok müthiş bir görüntü var; Ama içeriye girdiğinizde bakıyorsunuz ki işçilik berbat; Bütün malzemeler tel dökülüyor; Daha inşaat bitmemiş her taraftan rutubet geliyor.

'Allah`ın evi' dediğimiz bu kutsal mabetleri bile bu kadar özensiz ve dikkatsiz yapıyorsak bu bizim kalitemizi gösteriyor;

Bu beyinlerimizin geldiği gelişmişlik (!) seviyesini gösteriyor.

Gıdalar da öyle;

Aynı şekilde gıdaları da vücuda alırken seçici olmamız lazım; Helalden mi haramdan mı olduğuna dikkat etmemiz lazım; Sağlıklı gıda organik gıda vb. derken sadece bedeni düşünmemek lazım; Yediğimiz içtiğimizin hormonlarımızı da ne denli etkilediğini görmemiz lazım.

Bu aldığımız gıdalarla birlikte vücutta enzimlerimiz değişiyor. Biyolojik yapımız değişiyor. Metabolizmamız değişiyor; Sinirsel sistemimiz, bakışlarımız dimağımız her şeyimiz değişiyor.

Bu da beyin bariyerinin seçici olmasına rağmen vücudun ruhsal sinirsel hormonsal yapısını muhafaza etmeye yetmiyor;

Ve maalesef ortaya işte bu gördüğümüz insan profili bu gördüğümüz nesil tipi çıkıyor;

Dinden, kültürden, örf ananeden toplumdan sosyal hayattan her şeyden uzak bir o kadar da bedenen sağlıksız bir nesil ortaya çıkıyor.

Kan beyin bariyerinin önemini belirtiyoruz ama bunun dışında vücudun ne gibi milli manevi bariyerlere de ihtiyaçolduğunu bu bariyerlerin de örülmesi ve ortaya konulması gerektiğini kimse dile getirmiyor;

Ne pedagoglar dile getiriyor. Ne sosyologlar dile getiriyor ne din adamları, ne siyasetçiler ne eğitimciler; Savunmasız bir sosyal yapının içinde gelecekten ne bekleyebiliriz ki?

Öyle olunca da;

İçinde yaşadığımız dönem, şekillerin dahi şekilsizleştiği, doğruların eğrildiği, sanallığın yayıldığı, ruhsuz, duygusuz, acımasız bir dünyanın merkezine doğru hızla sürükleniyor.

Toplum olarak biz de, hayatımıza yön veren çılgın etkileşimler sayesinde acemi raftingciler gibi sağa sola yalpalayarak, dibi girdap olan bir şelaleye doğru hızla ilerliyoruz.

Bin yıllık birikimimize rağmen kültür musluklarının birer birer kurumasıyla susuz kalmış dimağlar, ister istemez, yılanın kabuk değiştirdiği gibi kendi kültüründen hızla soyutlanıp, adına global kültür dedikleri, Batı`nın tadı tuzu bir hoş, lezzeti mayhoş ithal kültürünü yudum yudum içerek, sanal dünyanın ve teknolojinin, kısa yoldan şöhret olma arzusunun, köşeyi dönme sevdasının, moda çılgınlığının baş döndüren hortumunda saman çöpü gibi savrulup gidiyor.

İşte bu sebepledir ki, bizim kültürümüzde 'edep, saygı, vefa, hürmet, haysiyet, şeref' gibi erdem sayılan kavramlar, şimdi ancak bir başkasını kendisine ram etmek için sadece talkın olarak kullanılıyor.

Yunus Emre dönemindeki, 'bir gönüle girmek' yerine, artık beyinlere hükmetmek amaçlanıyor. 'Bir harf öğretenin kölesi olmak', 'bir fincan kahvenin kırk yılı hatırı' masallarda söylenen ninni gibi algılanıyor.

'Yetimin hakkı', 'mazlumun ahı', 'ayıp', ' günah' gibi duygular, tamamen demodeleşmiş ve artık hiçbir müeyyidesi olmayan, yaptırımdan uzak birer nostaljik sözcük olarak, adına standapçı denilen kimilerinin alaylı konuşmalarına garnitür oluyor.

Büyüğe saygı, küçüğe sevgi öğretileri sadece bayramlık demeçlerin içinde birer klişe söz olarak kullanılıyor.

Geriye ne mi kalıyor?

Hakkın hukukun, edep ve saygının, ayıp ve günahın kalmadığı bir toplumda kim daha fazla kavgacı olursa ekmeği o kapıyor.

Kimin sesi gür çıkarsa ortama o hâkim oluyor.

Kim karşısındakini tahkir eder küçültürse kendisi o kadar büyük gözüküyor.

Kimin ağzında argo küfür gibi gün görmedik laf varsa, ağzı o kadar iyi laf yapan oluyor.

Kim daha çok çalar çırparsa o kadar malı mülkü oluyor. Kim daha çok süslenirse, dikkatin o kadar odak noktası oluyor.

Dolayısıyla artık kimse ilime ihtiyaçduymuyor.

Çünkü bilgi 'ilim' etmiyor. 'İtibar' yerine moda deyimle 'saygınlık' parayla özdeşleşiyor.

Artık kimse saygıyı tercih etmiyor.

Çünkü saygı, saygısızlığın, tek tek bütün topluma nüfuz ettiği ve böylece saygısızların, saygısızlıkları sayesinde menfaatlerin özüne kavuştuğu bir ortamda, kişiyi bu menfaatlerden mağdur eden manevi bir engel oluyor.

Artık kimse sözünde durmuyor.

Çünkü kendisine söz verenlerin sözünde durmadığı bir diyalog silsilesinde, söz veren birinin sözünde durmaya gayret göstermesi, insanı kör ebe oyununda, sürekli ebe olan zavallı konumunda bırakıyor.

Kısaca söylemek gerekirse artık günümüz insanı, kitaplarda anlatılan 'örnek insan' olmak yerine, ayakta kalabilmenin yeni kurallarını öğrenip uygulayan 'yaratıklar' olmanın peşinde.

Vahşi kapitalizm artık insana bu iki tercihi sunuyor.

Ya 'ideal insan' olarak toplumun alt katmanlarında ucube yaratıkların müstehzi, alaycı bakışlarının maskarası olur, sürünürsünüz;

Ya da yenidünya düzeninin vahşi ormanında yaşamanın kurallarını öğrenip ayakta kalırsınız.

Siz bilirsiniz, diyor.