Serbest şiirin muhafazakârlar üzerinde yaptığı etkiyi inceden inceye gözlemek bize kimi gerçeklerin farkına varmayı sağlayabilir. Divan şairinin balıkların denizi içinde denizin bilmeden yüzüp durduğunu eğretileyen ünlü dizesindeki saklı özne, bizatihî şiirin alanı içersindedir. Belki yazıldığı çağda çok başka çağrışımlara yol açıyor, toplumda kendine özgü bir 'içhayat akışının' farkına varışın ustalık dolu ince işçiliği oluyordu. Deniz, modernizmi kendisiyle kıpırdayan bir çığır olarak hissettiğimizde, Batı şiirinde Baudelaire de balkıyan bir imge oluyor. Bu 'başlangıç' şiirin tarihinde uyumaktadır. Vakit vakit, bizim şiirimizle Batı şiiri arasında esrarengiz bir iletişim bulunduğu hissine kapılıyorum. Esrarengizlik bunun neresinde dedirteceğini biliyorum. Fakat benim bununla işaret etmek istediğim, Fransız ve İngiliz Edebiyatında kimi şairlerde, Osmanlı Divan şiirindeki yüksek düzeyin, tek sözle, şiir ruhunun onlara yansımış olabileceği... Baudelaire de 'deniz' metaforu da böyle bir şey gibi geliyor bana. Sanki ilham perileri oluştaki süreklilikten yanadır ve herhangi bir boşluk asla kabul edilemez! Robert Graves in bir şiirinde, Şeyh Galib konuşuyor gibi gelmişti bana. Bizim kadrini bilmediğimiz derin-engin yücelikler o, insan olmanın önlenemez değeri, önlenemez derinlikler, özyaşamın hayat içerisinde saklı bir hayat oluşu gibi, yaradılmış olmanın kıvancı, kimi zaman şair bile farkında olmadan, insan tekinde en derine inilmesi, en doruğa yükselinmesi, acılar eşliğinde bir sürekli mutun insanoğlunda yer edişi... Sanat biraz da bu değil midir? Şiir Dili dediğimiz de belki buradan doğmaktadır, olmazsa olmaz özelliğini taşıyarak. Ozan, yani şiir kişisi, şiir denilen nimeti bir aracı olarak algılar, fakat asla şahsına alet edemez onu. Çünkü şiir bir binit. İnsandaki ulvî ye olan özlem bunu böyle görür. Şiir, o şairden o kondisyonu ister. Bunun gideceği de şiirin dil içinde başka dil halinde var olması görünüyor. Bir kez daha Şeyh Galib e çıktık. Hem o demişti:'Gele bir devir bu Galib i yâd eyleyeler '.

İşte bir 'ulaşma' daha: Hüsn ü Aşk ta: 'Bir başka lisan tekellüm ettim' demesi, sezildiği üzere, şiirin bu iç-yüzüne değgin olandır, Dil dir.

Şimdi biz burada damdan düşercesine bir soru soracak, birileri de 'hoppala, bu da nedir böyle damdan düşer gibi!' diyecek belki. Biz insanlar... bu görü den kaçışımız neye`dir? Evet, bir 'kaçış' var. Ne ki, bir 'geliş'tir beklenen, olması gereken. Malraux nun: 'Sanatkâr tabiattan değil başka bir sanatkârdan doğar' hükmü, ondan yüz elli yıl kadar öncesi Hüsn ü Aşk ta mahfuzdur. Demin dedim ya Robert Graves in kaygıları o şiirinde Galib e çok yakındır. Batılıların penceresini tıklatan öz, belki de bizim Divan Şiirinden serbest kalmıştır!... Hatta Şeyh Galib`ten. Gerek Divan`ında gerek Hüsn-ü Aşk`ta büyük çığır açıcının yaptığı hamlenin şiirsel özü Tanzimat rejimi tarafından gençneslin eğitilmesinde kullanılmamıştır. Bilerek isteyerek. O kadar ateşli Namık Kemal, Şeyh Galib`i büyük divan edebiyatının son şairi gibi algılıyordu. Bu da küçümsemeye yeter de artar. Çünkü, araya edebiyat dışı maksatlar girmişti. Batı kültürüne yönelmeliydik. Çağın gerisinde kalmamalıydık! Halbuki bugün giderek daha bir farkına varılmaktadır ki Şeyh Galib daha ergenlik çağı şiirlerinde bile 'yenilemekten' söz ediyor, Nâbi`nin şiiri etrafında, artık şiir başka türlü yazılamaz fikrisabitine şiddetle itiraz ediyordu.

Şiiri 'öz`ler denizi' diye duyumsamak en doğal bir özyaşam hareketi olur. Bu böyledir. Şiir ne şair tafra satsın diyedir ne masada meze! Şiir, insanoğluna büyük kavrayış için, gerekir. Su gibi demiyorum, oksijen gibidir. Biz insanlar bunu bu şekilde ahlâklaştırmalıyız. Evet, çok iyi bir tesbit, bir buluş: Derin imge. Şiir, insanın derin imge ihtiyacını giderir. Gideriyordu da. Ne zamandan beri gidermiyor, havf edip bunun üzerine kafa yormalı. Şiiri yazanın da sorumluluğudur bu, o şiiri okuyacak olanın da.

İnsanla şiir arasında cereyan eden soğukluğun, ıraksamanın derin sebepleri üzerine düşünmek başlı başına bir sosyo-psikolojik alandır. Fakat insanla toplum arasına giren bellidir: Medya. Arada bir vicdan gösterisi yapan genel yayın yönetmenleri, ilk gazeteler ile kendilerini bir ölçsünler.

Türkiye`nin şiire bir yabancı gözüyle bakması diyebileceğimiz bir hâl yok değildir, devam bile etmektedir. Serbest şiire direnmek diye bir şey pekâla sürüp gitmektedir. Bu süreçiçerisindeyiz. Çok sinsi ve tehlikeli olan, hile ile karışık ve riyaya bulaşık bir muhafazakârlık ile şiir arasındadır asıl sorun. Bu apse deşilmeli, o cerahat akıtılmalıdır. Bu 'muhafazakârlık' dediğimin bir Sağ daki sebep ve neticeleri var, bir de Sol daki gizli muhafazakârlık, sırılsıklam bir tutuculuk.

Edebiyat Ortamı 9. sayısında [Temmuz-Ağustos] Kevin Bushell den Bilinmeyene Yöneliş: Derin İmge`yi, İrfan Çevik dilimize kazandırmıştı. Bu yazı çok aydınlatıcı ve ilerletici bir metindir. Yıllar sonra öneririm. Türkiye belagat tutkusundan kendini kurtarmak, hakikî düşünüşe geçmek zorundadır. Gazetelerde edebiyat ile birlikte düşüncenin de çaktırmadan dışlanması bir strateji olduğunu gösteriyor. Kara bir strateji. Oktay Taftalı nın Edebî Türlerin Ömrü yazısı, kendimiz üzerine düşünmek bakımından önemli bir kafa ürünü[Özgür Edebiyat Sayı: 16, Temmuz-Ağustos 2009] Aynı sayıda Hüseyin Atabaş ın Şiiri Tanımlamak ya da Köşebaşını tutan Leylak Kokusu ile Baki Asiltürk -Ahmet Bozkurt un Diyalojik Okuma'sı. Turgut Uyar ve Edip Cansever in poetik yazıları üzerine canlı bir duyarlık-düşünme sağlayan yazılar. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Geleneğin Arka Yüzü incelemesinde Özdemir İnce nin dikkatleri önemlidir.