1986 yılında Mahzuni Şerif "mamudo kurban niye doğdun" şarkısının sözlerini yazarken belki de o dönemin liyakatsizliğine, adam kayırmacılığına dikkat çekmek istemişti.

O zamandan bu zamana geçen koskoca 29 yılda bu anlamda hiçbir şeyin değişmediğini aksine bir kartopunun büyüyerek çığa dönüşmesi gibi artarak devam eden bir ahlak fuhşiyatına bürünmesine ne yazık ki yakından tanıklık ediyoruz.

Mevlana "adalet" in tanımını yaparken " her şeyi yerli yerine koymaktır." der. Bunun aksinin gerçekleşmesi ise tastamam zulümdür. Bugün zulümlerin en büyüğü toplumu ifsad eden ayrıştıran, toplumun bütünlüğüne ket vuran liyakatsizlik belasıdır. Olmaması gereken makamlardaki insanlar, şunun bunun yakını olmakla yerleşilen akademiler, torpille atananlar ve niceleri bu zulmün en bariz çığlığıdır. Yani toplumun büyük bir kesimi olması gerektiği yerden apayrı bir yerdedir. Belki de hiç olmaması gerektiği yerdedir. Buna kişilerin birilerinin sırtından bir yerlere gelmesinden hangi işe ehil olduğunun bilmeyen veya yaptığı işin ehli olmak gibi bir derdi taşımayan güruh da dahildir. Çünkü genelde karşılaştığımız manzara bir yerlere emeğiyle gelmiş insanların dahi yaptıkları işi baştan savma yapıyor olmalarıdır. Bu bir yandan eğitim sisteminin bir ayıbı iken çünkü insanlar maddi kaygılardan ötürü kendi yetenek ve isteklerini dikkate al(a)mayıp parasal anlamda onu tatmin eden meslek gruplarına yönelmek durumunda kalmış ve ne yazık ki verilen eğitim kişiyi iyiden iyiye buna meylettirmiş böylece belki istese de kişi diyarı terk edemediği için o deveyi gütmüştür. Böylece yararlı olmak adına tek bir adım atılmayıp her işin yarım olarak yürütülüp yaptığı işe ahlaksızlık yolsuzluk bulaştıran insan tipleri peyda olmuştur. Öbür yandan bir başkasının hakkına hukukuna riayet etme hassasiyeti yok olmuştur. Ne der M. Kemal Atatürk "Vazifesini en iyi yapan vatanına en çok sevendir "yani yapılan işte liyakatli olunmasında bütün bir vatanın evlatlarına karşı sorumluluk söz konusudur.

Peki günlük hayatımızda sık sık kullandığımız ve yer yer birbiri yerine kullandığımız "liyakat" ve "ehliyet" kavramları aynı şeye mi tekabül eder?

"Liyakat" sözlükte bir şeye layık olmak için gereken yetenek, kifayet yani içsel ve dışsal donanımın o işi yapabilmek için kafi (yeterli) olması yani tabir-i caizse yapılan iş için "biçilmiş kaftan" olmak demekken "ehliyet" ise direkt olarak kelimeden anlaşıldığı üzere yapılan işe Ehil olmak bunu bir melekeye dönüştürebilmek yani insanın kendisinde o işin yapılmasını hal kılmasıdır. Bu da zaman ve zamanla birlikte deneyim gerektiren bir durumdur. Çünkü kişi hangi işi yapıyor olursa olsun onu bir kere yapmış olmakla yüz kere yapmış olmak arasında çok büyük farklar vardır.

Efendimiz (s.a.v) mekke'yi fethettiği zaman Kabe'nin anahtarlarını yıllardır yanında bulunduran Osman b. talha'dan alıp Hz Ali'ye verdiğinde Nisa suresi 58. ayet nazil olmuş: "Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" buyurmuştur. Allah'ın burada kullandığı "Ehil" kelimesi tam da Osman b. talha'nın Kabe'nin anahtarlarını bulundurma işini yıllardır yapıyor olup bunda tecrübe sahibi olmasının etkisi göz önüne serilmiştir.

Bu demektir ki insan önce hangi işi uygunluğunu bilmeli yani liyakat sahibi olup daha sonra o işte ehliyet kazanmalıdır.

Her ne kadar bütün meslek gruplarında karşılaşabiliyor olsak da liyakat kavramı ile tanışıklığımız daha çok siyasette yapılan liyakatsizliklerle gündemimize girmeyi başarmıştır.

Tarihte de ilk olarak Micheal Young tarafından 1958 yılında liyakatin sistemsel hali olan MERITOKRASI kavramı ortaya çıkmıştır. Michael Young'un kendi yazmış olduğu "The Rise Of Maritocracy ( Meritokrasinin yükselişi) adlı kitabında geçen bu kavram "merit" ve "krasi" sözcüklerinden birleşmiş olup" liyakatli olanın gücü elde edebilmesi "anlamına gelmektedir. Young meritokrasinin hakim olduğu topluma tabakalaşmış sert sınıf ayrımının olduğu bir toplum şeklinde olumsuz bakar. Young'a göre modern düşüncenin temel önermesi insanların eşit olmadığı ve kapasitelerine göre bir mevkiinin kendilerine sağlanmasıdır. Dolayısıyla zeka olarak üstün olan zirveye taşınmalı düşük olan ise aşağıda konumlandırılmalıdır. Herkes kendine uyan kıyafeti giymelidir. Young kitabında yeni bir tür elitizmin ortaya çıktığı distopik bir gelecek çizmiştir. Ona göre meritokrasi eşitsizliğin kalıcılaşmasına neden olacaktır.

Young'un bu düşüncesine katılmamakla birlikte bu düşüncenin "liyâkatin adaletsiz güç dağılımına sebep olacağı" fikrinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu sisteme göre zeka ve yeteneğe sahip olanlar olmayanların üstünde bir sınıf oluşturacak haliyle toplum nezdinde daha güçlü olacaktır. Fakat burada mesele üst zeka olarak anlaşılmamalı ancak zeka türlerinin sağlayabileceği üstünlük keşfedilmelidir. Yani en çok gelir ve itibar kazandıran iş kolunda istihdam sağlayabilen kişi ayrıcalıklı olmamalı her iş kolunda o işi en iyi yapmak için gerekli teçhizata sahip her kişi biricik olmalı ve bu kabul edilmelidir. Ve elbette ki bu sadece zeka ve yetenek değil çabanın da beraberinde olduğu sistemsel bir bütündür. Alev Alatlı (rahmet olsun) bir röportajında "emaneti ehline bırakmayı ilke edinir liyakat sorununu çözersek etnik veya sınıfsal veya ideolojik kutuplaşma kaygıları da ortadan kalkacaktır." der. Çünkü anlaşıldığı üzere herhangi bir işe layık görülen kişi şu ırktan şu soydan şu aileden şu cemaatten olduğu için değil kendi hüneri ve gayretiyle yapmak istediği işin ehli olabilecektir. Kişilerin elinde olan sebeplere binaen yapacağı tercihin sorumlusunun bir başkası olamayacağı şuuru ile herhangi bir kutuplaşmanın da önü kesilmiş olacaktır.

Efendimiz (s.a.v.) hicret ederken Hz Ebubekir'e kendilerine hicret yolculuğunda işinin ehli bir rehber bulmasını isterken Hz Ebubekir'e rehberin Müslüman olmasına şart koşmamıştır şu kabileden olmasını bu kabileden olmasını şart koşmamıştır. Ve nihayetinde hicret yolculuğunda mekkeli müşriklerin başına yüzde ve ödül koyduğu Hz Muhammed(s.a.v.) ve Hz Ebubekir'i büyük bir ustalıkla Yesribe götüren ve müşrik olan Abdullah b. uraykıt bu kadar deve ödülüne rağmen Hz Ebubekir'den alacağı iki deve ile iktifa etmiştir. Işinin ehli olduğu kadar liyakatli de davranmıştır. Bakıyoruz ki bir kişinin mensup olduğu din bile o işi yapacak kişi için bir ayrıştırma nedeni olmamalıdır.

Günümüz Türkiye'sinde bir tanıdığı olmadan bir yerlere yerleşemeyeceğini düşünen ve bu yüzden kendi ülkesinin ahvalinden hicap duyan, umutları sömürülen emeği kıymetsizleştirilen genç kitleye en büyük zulümdür liyakatsizlik. Bugün gerçekten bu ülkenin gelişmesi hedefleniyorsa elinde olan pırıl pırıl genç beyinlerin birtakım liyakatsizliklerin kurbanı olarak heba edilmesine göz yumulamaz. Yine Alev Alatlı'nın röportajından alıntıyla; "Tarih toplumun bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüzü suyu hürmetine ayakta kaldığını teyit ediyor. Sistem başlı başına bir değer değil sistemlerin değerini onu çalıştıranların liyakatı belirliyor."

Sağlam ve sürdürülebilir sistemler tasavvur ediyorsak sistemlerin yürüten adamların liyakate riayetlerinin esas alınması gerekir.