İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy hakkında kaleme alınan eserlerin başında hiçşüphe yok ki, merhum Eşref Edip Bey’in iki ciltlik hacimli kitabı geliyor. Bazı indi hükümlerini ve yanlış değerlendirmelerini bir tarafa bırakırsak, Mithat Cemal Kuntay da bu sahada büyük bir boşluğu dolduruyor. Özellikle canlı ve akıcı üslubu, renkli bir Akif portresinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Günümüzde ise, M. Ertuğrul Düzdağ Bey’in eserleri, büyük şairimizi bütün cepheleriyle gözler önüne seriyor. Söylemeye gerek yok ki, bunların dışında daha birçok yazarın eserleri, değişik açılardan Mehmet Akif’i ve Safahat’ını bizlere tanıtıyor.

İtiraf edeyim ki, bendeniz en çok Eşref Edib’in kitabından faydalandım. Ve bu nefis eseri defalarca hatmettim. Merhumu hayatının son yıllarında tanıma bahtiyarlığına erdim ve aziz dostu hakkında kaleme aldığı bu kitabını da bana bizzat kendisi hediye etti. 'Mehmet Akif, Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları' adıyla ilk defa 1930’lu yılların sonunda Asar-ı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı arasında neşredilen bu muazzam biyografi, daha sonraki yıllarda bu konuyla ilgili olarak yazılan eserlerin en önemli kaynaklarından birini teşkil etti. Müellif, iki ciltlik bu çalışmasını, tam bir bilgi hazinesine çevirmek için azami gayreti gösterdi.

Eser yayınlandığı zaman ilk yıllarda büyük bir yankı uyandırdı. Devrin önemli kalem erbabı kitabı ve yazarını öve öve bitiremediler. Mehmet Akif gibi, Türk milletinin gönlünde taht kuran bir fazilet abidesini yakından tanıttığı için Eşref Edib’i en samimi duygularıyla tebrik ettiler. Mesela son devrin büyük alimlerinden ve hadis mütercimlerinden Prof. Kamil Miras bu konuyla ilgili bir yazı kaleme alarak duygularını dile getirdi.

Türk Edebiyatının güçlü kalemi Peyami Safa, dört başı mamur bu eseri, Mehmet Akif hakkında yapılan dedikoduları çöp tenekesine attıran kitap diye nitelendirdi.

Mahir İz hocamız, edebiyat tarihimize böyle bir hazine kazandırdığı için Eşref Edip Bey’i canı gönülden tebrik etti. Meşhur Yeşilaycılardan eski İstanbul valisi ve belediye başkanı Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gökay, keza uzunca bir takriz yazarak bu eserin sahasında kaleme alınan ilk derli toplu bir kitap olduğunu belirtme lüzumunu duydu.

Eski Diyanet İşleri başkanlarından ve büyük İslam alimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen konuyla ilgili en ayrıntılı tanıtma yazısını kaleme aldı. Ferid Kam, Ercüment Ekrem Talu gibi daha birçok yazarımız kitabı ve müellifi hakkında güzel sözler söylediler, sitayişkar cümlelerle duygularını dile getirdiler.

İnsan sevdiklerinin yanına eli boş gitmek istemiyor, küçük de olsa bir hediye götürmeyi arzu ediyor. Bilindiği üzere, güzellikler paylaştıkça daha da güzelleşiyor. Bendeniz de okuduğum kitaplarda, sayfalarını karıştırdığım eserlerde gördüğüm ilginçanekdotları, latif latifeleri, dostlarımla siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum. İtiraf ederim ki, bundan da ayrı bir zevk alıyorum. Aşağıda nakledeceğim hatırayı yukarıda bahsini ettiğim kitaptan alıp siz sevgili okuyucularıma takdim ediyorum.

'Necid Seyahatinde Akif' başlığıyla anlatılan ve büyük şairimizin fedakarlığını canlı bir tablo gibi gözler önüne seren manzara şöyle:

Arabistan seyahatinde Mehmet Akif’le beraber bulunan bir arkadaşı anlatıyor:

'Çoktan beri memleket havadisleri alamadığımız için bunalmıştık. El Muazzam’daki tren şefi, Mısırlı Mahmud, İngilizlerin Çanakkale’den kaçtıklarını, hem de bütün iaşe ve çadırlarını almaya bile vakit bulamadan çekilip gittiklerini müjdelediği zaman Akif sevincinden çıldıracak dereceye gelmişti. Adeta inanamıyordu.

Sahih mi?... Allah aşkına, doğru söyleyin! Muhakkak mı?..

Resmi tebligat var, efendim!..

Ya Rabbi! Sana binlerce, milyonlarca defa şükürler olsun. Yaşasın aslan ordumuz!..

Baktım, o kahraman Akif’in gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Sanki dünyalar onun olmuştu. Bin bir tehlike karşısında en küçük bir teessür belirtisi göstermeyen koca Akif, şimdi masum bir çocuk gibi ağlıyordu. O, üzüntüsünü belli etmezdi. Elemini de sevincini de içine gömerdi. Ancak bu hadise karşısında kendisini tutamadı, gözyaşları dökmeye başladı. Onun bu hali hepimizi etkiledi. Biz de kendisine iştirak ettik. Akif hem ağlıyor hem Allah’a şükrediyordu. O üzüntü içinde ellerini kaldırdı:

Allah’ım! Şu Çanakkale’de dövüşen kahramanları yazmadan canımı alma! Sonra gözüm arkada kalır! dedi.

Derken bize döndü:

Haydi arkadaşlar! Ne duruyorsunuz, kurbanları kesseniz ya, diye bağırdı.

Heyhat! O çölde koyun ne gezerdi. Kurbanı bir yere bırakıp, kuraklıktan urban bile bulunmuyordu. El muazzam ’Hicaz demiryolunun tam ortasında yer alan bir çöl istasyonuydu. İstasyondan başka hiçbir bina yoktu. Ne insan ne hayvan ne yeşillik ne ümran!..

İstasyon memuru artık bize bildiği havadisleri anlatıyordu. Memurun iki karısı vardı. Burada çile dolduruyorlardı. Talihsiz kadınlardan birinin haftalardan beri dişi ağrıyordu, diğeri de gebeydi. Akşama, sabaha doğuracaktı. Birisi, bir posta müdürünün kızı, diğeri de Malatyalı bir subayın kerimesiydi.

Memurun bize verdiği böyle güzel bir havadise karşılık biz de onun ailesine bir iyilik yapalım dedik. Yanımızda diş ilacı vardı. İlacı dişine koyar koymaz ağrısı kesildi. Kadıncağızın gözü açıldı. Teşekkür etmeye başladı. Fakat ailenin durumu perişandı, odanın her tarafından sefalet fışkırıyordu. Odada oturacak bir ot minderden başka bir şey yoktu ne iskemle ne masa!.. Hatta bir çuval bile yok ne altta ne üstte!..

Dışarıya çıkınca gördüğüm manzarayı Akif’e anlattım. Tabii ki çok üzüldü. Biraz sonra baktım. Akif yirmi sekiz yaşındaki bu zavallı kocayı sıraya çekmiş, ona durmadan söylenip duruyordu:

Oğlum! Sağlığın yerinde değil, gücün kuvvetin yok. Kesen ise kafan gibi bomboş. Neyine gerek senin iki değil, hatta bir evlenmek? Yazık değil mi bu yavrulara? Yiyecek yok, giyecek yok. Yahu, buna bir çare düşünmek de mi yok?

Ne düşüneceğim efendim, ben de şaşırdım. Yarın, öbür gün büyüğü de doğuracak. Ben ne yapacağımı bilemiyorum. Sizde eski çamaşırlar varsa bari lütfen veriniz de doğacak çocuğu saralım;

Akif’in yüzünü derin bir üzüntü kaplamıştı. Adamcağızdan ayrıldık. Çadırımıza geldik. Akif bana:

Arkadaş, bu kadıncağıza yardım şart. Ortada bir hayat tehlikesi var, dedi.

Ne yapalım?

Gördüğünüz gibi, bunlar büyük bir felaketle karşı karşıya bulunuyorlar. Bir diş ilacı bile bulunmayan bir yerde yarın doğuracak kadının da doğan çocuğun da hayatları tehlikede. Ben şimdi trene atlayayım, Şam’a gideyim. Bunlar için ne gerekiyorsa alıp getireyim.

Aman Akif, Şam buradan iki gün, iki gecelik bir mesafede; O da kader yarım eder de kömür yerine kullanılan odun yeterse. Şam’a, oradan da tekrar buraya, en aşağı, beş gün, beş gece bir yolculukta bulunman gerekir. Halbuki aylardan beri çöllerde deve sırtında çalkalana çalkalana geldik. Başlarımızdaki uğultu daha geçmedi. Nereye gideceksin? Bu kadar yorgunluktan sonra, henüz bir gece bile dinlenmeden, bu uzun yolculuğa nasıl çıkarsın?

Yorgunluk mesele değil. Ortada bir felaket var. Ah, yoksulluk, çaresizlik ne zor şeydir, sen bilir misin? Bu vaziyet karşısında benim ciğerlerim parçalandı. Trenle Şam’a gitmek bir şey mi? Tıpış tıpış gider, tıpış tıpış gelirim. Sen benim yorgunluğumu düşünme!

Madem ki bu zahmete katlanıyorsun, seni bu teşebbüsünden alıkoymak istemem. Zaten on beş gün vaktimiz var. Başkumandana buraya geldiğimizi bildirdik. Yeni bir emir vermiş olsa bile, hareketimiz için mutlaka on beş yirmi gün lazım. Sen gidip gelebilirsin. Fakat bir kundak takımı ile biraz ilaçiçin bir haftalık yol zahmete değer mi? Evet, yardım gerekli, fakat mazeret de önemli. Telgraf çekelim, getirtelim.

Hayır, hayır!.. Rica ederim, benim önüme geçme!.. Kadıncağızın hali beni çok üzdü. Zahmete girerek, meşakkate katlanarak bu sefalete çare bulmak benim için daha zevklidir.

Öyle ise, Allah selamet versin!..

Ertesi gün Akif, bedevi elbisesini, silahlarını çadırın direğine astı. Aylardan beri heybede, limon kabuğu şeklini almış olan fesini başına geçirdi. Örümceklenmiş buruşuk elbisesini bir sünger ıslaklığıyla ütülemiş oldu. Ayakkabılarını yağ ve ocak işinden icad edilen bir boya ile boyamış oldu. Yalnız maşlahını bırakmadı. Onu da katlayarak şöyle bir sırtına attı. Anlaşılan bu maşlah ona yatak, yorgan vazifesi görecekti. Besmeleyi çekti, yola düzüldü.

Hareketinin beşinci günüydü. Tam bir Şam tüccarı gibi, yüklerle Elmuazzama’a dönüp geldi. Beş gün, beş gece yük vagonunda gidip gelmiş. Şehla gibi mahmur gözleri uykusuzluktan, yorgunluktan daha fazla mahmurlaşmıştı. Fakat insani bir görevi yerine getirdiğinden dolayı çok memnundu. Yüzünden neşe ve şetaret akıyordu. Getirdiği şeylere şöyle bir baktım, neler almamıştı ki!.. Diplomalı bir ebeye, bir avuçaltın verilip de gönderilseydi bu eşyaları böyle düzgün ve yerinde alıp getiremezdi.

İşin tuhafı, bu eşyalar gelince kadınlar arasında kavga çıktı. Küçüğü: Yarın ben de doğuracak olursam bu şeyleri bana kim getirecek? Ne geldiyse yarısı senin, yarısı benim.’ diye kadına diretmez mi?

Haber gönderdik. Sana da para verelim dedik.

Hayır, olmaz. Siz gittikten sonra kocam paraları elimden alır, dedi.

Uğraştık, uzlaştırmaya çalıştık. Fakat bir türlü başarılı olamadık. Nihayet gelen eşyaları ikisinin arasında paylaştırmaktan başka çare bulamadık.

Beş on gün sonra da emir de gelmişti. Tabii, kadının doğurmasını beklemeden hareket ettik. Yolda Akif benimle latife ediyordu:

Ben görevimi yaptım, nöbetimi savdım. Sıra sendeydi. Ebeliği de sen yapacaktın.

Yahu, ben bir kedi bile doğururken değil yardım, bakmaya da cesaret edemem. Bununla beraber, senin bu eşyayı tedarik konusundaki liyakatini gördükten sonra, bu ebeliği de yapacağına kanaat getirdim. Zaten doktorluğun da var.

Birader, ben baytarım. Ama şimdi bir keçiyi bile doğurtabileceğimi zannetmiyorum.

Güle güle yollarda vakit geçirdik.

Ah, mübarek Akif! Şehinşahlara boyun eğmeyen Akif! Sefalet içindeki bir kadına yardım etmek için 60 derecelik bir sıcaklıkta kızgın çöllerde aylarca dolaştın. Sonra bir gece bile dinlenmeden, beş gün beş gece eşya vagonlarında yattın!'

İşte efendim, Akif’imiz böyle fedakar, böyle yardımsever, böyle candan bir insandı.