Öğrencilerin öğretmenler tarafından nasıl görüldükleri, nasıl algılandıkları öğrenme ortamının niteliği ve kalıcı bir öğrenme açısından son derece önemlidir. 

Sura Hart ve Victoria K. Hodsan isimli iki öğretmen tarafından kaleme alınan  ve 'Şefkatli Sınıf' olarak Türkçeye çevrilen harika bir kitaptan alıntılar yaparak konuya devam edeceğiz. İlişki temelli öğretmenlik ve öğrenme üzerine daha derin bilgi sahibi olmak isteyenler kitabı temin edip okuyabilirler. Bu kadar ara bilginin yeterli olduğu kanaatindeyim.

Sınıfın kapısında bekleyen bir öğretmensiniz ve öğrencileriniz sınıfın  kapısından içeri girdiğinde onları kendilerine ait düşünceleri, duyguları, ihtiyaçları, becerileri, ilgi alanları ve paylaşacakları bir sürü duygularıyla 'bir bütün insan' olarak mı görüyorsunuz?

Eğer böyleyse heyecan, coşku ve merak duyguları içinde onları karşılıyor olmalısınız.

Öğrencilerinizi daha koridorun başında  gördüğünüzde içiniz kıpır kıpır oluyor ve onları görmekten gözlerinizin içi gülüyorsa sorun yok. Onların yüzlerine baktığınızda kendi geleceğinizi ve ülkenizin geleceğini görüyor olmalısınız o zaman. Çünkü  onlara bu günün sıradan öğrencileri değil de  geleceğin mimarları, doktorları, mühendisleri, duvar ustaları, sanatkarları, siyasetçileri olarak muamele edersiniz o zaman.

Ya da öğrencilerinizi kapıdan girerken onları tembel, yıkıcı, yabani, zor, asi, sorumsuz ve baş belaları olarak  mı görüyorsunuz? 

Eğer öyle görüyorsanız kendinizi kaygılı, korku içinde, gergin, tedirgin, stresli ve  huzursuz hissediyorsunuzdur büyük ihtimalle. 

Zihninizde öğrenciler hakkında nasıl bir imaj var ise bu durum tüm yıl boyunca sözlerinize, davranışlarınıza ve iletişim biçiminize yansıyacaktır. 

Bir öğrenci, öğretmenin kendisi hakkında düşündüğü kadardır. Öğretmenin çizdiği ufuk ne kadar ise o kadar ilerleyebilir öğrenci. Bazen bir öğretmen bir öğrenciyi dar bir çerçeve içine mahkû m eder. O öğrenci ne yaparsa yapsın o çizginin dışına çıkamaz. Genellikle de 'bundan bir şey olmaz' denilerek mühürlenir o çocukların gelecek hayalleri. 

'Öğretmek kişiler arasında kurulan bir tür bağlantıdır, kağıt üstündeki kurallar değildir.' der John Taylor Gatto.  Öğrencilerinizle aranızda nasıl bir bağlantı kurduğunuz, bağlantı kurup kuramadığınız sınıftaki öğrenme ortamını doğrudan ilgilendirmektedir. Her öğretmenin öğrencileriyle bağlantı kurma şekli farklı olabilir. Bazı öğretmenler mizahın gücünü kullanırken bazıları oyunun, oyunlaştırmanın gücünü kullanır. Yakınlık davranışları göstermek, dokunmak, soru sormak, samimi davranmak, gülümsemek, dinlemek, sevmek, ilgilenmek, takdir etmek, ikramda bulunmak, armağan vermekten tutunda şiir okumak, şarkı, türkü söylemek, drama yapmak, geziye götürmek, kantinde bir çay söylemeye kadar yüzlerce bağlantı kurma biçimi vardır öğrencilerle. Yeter ki bağlantı kurmak isteyelim onlarla; Bağlantı kurmak, öğrencilerinizin değer verdiği şeylere değer verdiğinizi göstermektir kısaca.

Öğrencilerin ihtiyaçlarının giderildiği, anlaşıldığı, önemsendiği ve  davranışlarının altında yatan sebeplere inildiği şefkat temelli sınıf ortamlarında öğrenme daha kalıcı gerçekleşir. Çünkü enpatik bir bağlantı kurulmuştur bu sınıflarda ve bilgi, duygu ile mezcedilerek verilmiştir.

Her bir çocuğun kendine özgü armağanını görebiliyor musunuz? 

Bir öğretmen olarak sınıfa baktığınızda her bir öğrenciyi özel olarak fark edip onların kendilerine özgü kişiliklerini görebiliyor musun?  Her insan dünyaya biricik ve benzersiz olarak gelir değil mi? Her çocuğun getirmiş olduğu muştu, mesaj farklıdır. Birbirinden ilginçyetenek ve becerilerle dünyaya merhaba derler. Fiziksel özelliklerinden tutun da kişilik özelliklerine kadar her biri farklı mizaçlara sahiptirler. Neden onları oldukları gibi kabul edemiyoruz? Neden onlara var olan yeteneklerini insanlığa sunmalarına izin vermiyoruz?

Onların hepsini 'öğrenci' olarak adlandırıp aynı kategoriye koymamalıyız. Haklarında konuşurken sınıf, şube, öndekiler, arkadakiler, başarılılar, başarısızlar, sorumsuzlar, tembeller, çalışkanlar gibi etiketlerle etiketlemeden konuşmalıyız. Öğrencilerimiz hakkında olumsuz bir dil ile konuşmamalıyız özellikle de yargılayıcı, ötekileştirici bir dil kullanmamalıyız. Çünkü bu dil düşüncelerimize, davranışlarımıza yansır. Hakkında olumsuz düşüncelere sahip olduğumuz bir öğrenci ile olumlu bir bağ kurmak zorlaşacaktır.

Nasıl bir beden dilimiz var? 

Bir öğretmenin beden dili sözlerinden çok daha önemlidir. Beden dilimiz öğrenciler tarafından daha çok dikkate alınır. O yüzden yaptıklarımız, davranışlarımız, yüzümüzün aldığı ifade, gözlerimiz, bakışlarımız, jest ve mimiklerimiz, kıyafetimiz, el ve kollarımız bizimle aynı şeyi söylemelidir.  

Bir öğrenci yanlış cevap verdiğinde, sözü uzattığında, sorumuzu bilemediğinde, soru sorduğunda, ödev yapmadığında, düşük not aldığında, yazı yazmak istemediğinde, 'anlamadım öğretmenim' dediğinde bedenimizin nasıl tepki verdiği sözlerimizden daha önemlidir. 

Beden dili konusunda öğretmenlerin kendilerini geliştirmeleri çok yararlarına olacaktır. Çünkü sınıflarda bedenimiz üzerinden olumlu, olumsuz gizli, aşikar bir sürü mesaj vermekteyiz. Öğrenme ortamını destekleyici, doğru ve etkili mesajlar için bedenimizi eğitmemiz gerekir.

Hangi sıklıkla dinliyorsunuz?

Bir sınıfta derin ve kalıcı bir öğrenme ortamı oluşturulabilmesi için öğrencilerin samimi bir şekilde anlaşılmak üzere dinlenilmesi önemlidir. Onların dediklerine değer verdiğimizi en iyi bu yöntemle gösterebiliriz. Onları sık sık dinleyerek ciddiye aldığımızı, düşüncelerinin bizim için önemli olduğunu hissettirebiliriz. Öğrencilerin de duygularının olduğunu, ihtiyaçlarının olduğunu, sohbet yapmaktan hoşlandıklarını anladığımızı onlara göstermeliyiz. Onlarla bağ kurmanın yollarından en önemlisi dinlemektir belki de.

Onları dinlerken bütün sorulara biz cevap vermemeliyiz. Kendilerine cevaplar buldurabiliriz. Onların bulduğu çözümlere saygı duyabiliriz. İyi bir iletişim ortamı oluşturulduğunda öğrencilerin birçok sorunlara kendilerinin çözümler ürettiği görülecektir.

Öğrencileriniz hayır dediğinde ne yapıyorsunuz?

İlişki temelli bir sınıfta herkesin ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik çözümler bulmak niyetiyle her bireyin ihtiyacı dikkate alınır.

Öğretmen olarak sınıfta bir çok soru sorarız, birçok şey isteriz öğrencilerden. İsteklerimize 'evet' ya da 'olumlu' cevaplar almayı bekleriz genelde. Çok nadir de olsa bir öğrenci 'hayır' dediğinde beynimizden vurulmuşa döneriz. Nasıl olur da öğretmene 'hayır' der.  'Evet'lerin bol olduğu bir ders ortamında işler kolay ilerler. 'Hayır' cevabının verildiği bir ortamda ilişkiyi sürdürmek zordur genelde. Çünkü 'hayır' cevabı kişisel olarak algılanır ve öğrencinin öğretmenini tümüyle reddettiği, ona karşı geldiği, saygısızlık yaptığı olarak kodlanmıştır. Hâlbuki hayır cevabının sebebi üzerine odaklanılsa, öğrenciye üçüncü bir yolun daha olduğu seçeneği sunulsa sorun bile çıkmayacaktır çoğu zaman. O anda öğretmenler çoğu zaman kendi ihtiyacının giderilmesine odaklandığı için 'hayır'dan sonraki cümleyi duymaz bile. Olay doğrudan ahlaki bir yargılamaya, kim haklı, kim haksız, kim güçlü, senin dediğin mi, benim dediğim mi meselesine dönüşür. Öğrenciye en başta soruyu sorarken ya da bir şey isterken emir cümlesi yerine rica cümlesi kurmalıyız ki öğrencinin bu soruya evet ya da hayır deme şansı olsun. Rica ettiğimizde her zaman evet cevabı alamayız. Bazen de hayır cevabı alırız ve bu bizi rahatsız etmemelidir.