Zaman, Turgut Özal'ı her gün biraz daha iyi anlamaya yardım etti. Özal, kaostan çıkmaya çalışan bir ülkenin yeniden mimarı olmuştu

Vefatının üzerinden otuz sene geçtiği halde, zaman 8. Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal'ı eskitemedi. Aksine her gün aranan ve referans gösterilen milletin adamı olarak herkesin saygıyla özlemle minnetle andığı liderlerin arasında yer aldı...
Çünkü gelişen olaylar, rahmetli Turgut Özal'ı her gün biraz daha iyi anlamaya yardım etti. Özal, kaostan çıkmaya çalışan bir ülkenin yeniden mimarı olmuştu... 
Sağcı ve solcu diye bütün kişi ve kurumlarıyla karpuz gibi ikiye bölünen Türkiye’yi o tombul kollarını kavuşturarak birleştirdiği tombul elleriyle bir araya getirmiş, “Arım balım peteğim” şarkılarıyla başlattığı seçim kampanyası sonrasında mecliste ANAP (Anavatan Partisi) olarak çoğunluğu sağlamış ve Türkiye’ye kendi tabiriyle ve sonradan kabul edilen haliyle çağ atlatmıştı...
Günümüzdeki 20 yıllık siyasi istikrar dönemi ile kıyaslandığında kısa süren yaklaşık sekiz yıllık iktidarında ülkeyi üçkonuda hürriyete kavuşturmuştu: 
Din ve vicdan hürriyeti... Teşebbüs (girişimci) hürriyeti...  Düşünce ve ifade hürriyeti...
Kendisi de kendine “Dindar, Sivil ve Demokrat” unvanını yakıştırmıştı...
Hayatımın iki büyük hatası dediği şey ise, birincisi 1980 ihtilali ile kapatılan siyasi partiler ve siyaset yapmaları yasaklanan parti liderlerini (Ecevit- Demirel- Erbakan- Türkeş vb.) 
6 Eylül 1987 günü yapılan bir referandum ile tarihe gömeceğini zannederken milletin 75 bin fazla çıkan “evet” oyuyla kendine rakip olarak siyasete girmelerinin yolunu açmasıydı... 
Bir diğer tarihi hatası da kendisinin siyasete getirdiği ve yükselttiği başbakan yaptığı Mesut Yılmaz’ın onun için Brütüs çıkmasıydı... Buna Can Pulak’ın notundan biraz az sonra okuyacaksınız... 
Kendisi dindar sivil ve demokrat Cumhurbaşkanı olarak kendini Çankaya’ya taşıyabilmişti ama Çankaya’da yapayalnız bırakılmıştı... 
Hem de kendi partisinden, kendisinin başbakan yaptığı isimler tarafından yalnız bırakılmıştı... Sonra da kendisine siyaseten dünyayı dar eden Süleyman Demirel muhalefetiyle hayli bunalmıştı...
Yeniden siyasete döneceği parti kuracağı ve bu defa en sadık adamlarıyla yola devam edeceği söylense de hiçbeklenmedik bir zamanda ama komplo teorisyenlerine göre tam da beklenen bir zamanda 1993 tarihinde 5 ülkeyi kapsayan 12 günlük Orta Asya Türkistan gezisinin ardından yurda döndüğü bir günde kalp kriziyle hayata gözlerini yumdu...
Özal’ın ölümüne bütün millet ağladı... En muhalifleri bile “onu ne kadar seviyormuşum” diyerek ardından göz yaşı döktü... 
Hatta kabrine o geziyle ilgili anlatılanlar milletin yüreğine dokunmuştu...
Gezile katılan bakanlarından Halil Şıvgın’ın “Nakşibendi Hazretleri huzurunda namaz kılmaktan çok etkilendi. Dualarını ağlayarak yaptı. ‘Huzuruna sıradan biri olarak değil, Cumhurbaşkanı olarak geldim’ dedi” diye anlattığı hafızalara kazındı...
Yine çıkışta gazeteci Servet Kabaklı’nın- o da rahmetli oldu- mescit etrafından toprak aldığını görünce de “Hayırdır Servet” diye laf attığı onun da “Efendim Hafize Ana’nın mezarına götüreceğim” diye cevap verdiğini Özal’ın manidar bir üslupla “Al al, fazla al lazım olacak” dediğini gerçekten de vefat ettiğinde o toprağın Özal’ın kabrine dökülüşünü de canlı yayında televizyonlardan izledi...
Turgut Özal’ın cenaze törenine gerek Ankara ve gerek İstanbul'da milyonlar gelmişti. Her görüşten ve her kesimden insanlar. Ellerinde de bir pankart dikkat çekiyordu: 
Dindar, sivil ve demokrat. 
Resmî tören sebebiyle bando takımının çıkardığı sesi, milyonların getirdiği “Allahü Ekber” nidaları bastırmıştı...
Ama giden geri gelmiyordu... Geriye sadece anıları ve onunla ilgili anlatılar kaldı...
Vefatının ilk yıllarında Can Pulak şunları yazmıştı: 
'Rahmetli Özal'la 10 yıl birlikte çalıştım. Kırıldığı, kızdığı, gücendiği kimseyi, Mesut Yılma; hariçgörmedim. Evet, rahmetli Özal bu dünyadan bir tek kişiye kırgın gitti. O da kendi eliyle politikaya soktuğu, bakanlık, başbakanlık makamı verdiği, daha sonra kurduğu partinin başına getirdiği Mesut Yılmaz'dı.'
***
İş adamı İbrahim Cevahir de Turgut Özal ile Planlama Müsteşarıyken tanışıyorduk diyerek onunla ilgili şu anısını paylaşmıştı hatıralarında:
Rahmetli Turgut Özal ile Planlama Müsteşarı iken tanışıyoruz. Tanıştıran da Cihan Komanditin ortaklarından Mehmet Güler Bey idi. Nihat Erim hükümeti kurulacağı zamanlarda rahmetli Mehmet Güler, Turgut Özal’ı Başbakan yapmak için beni iki defa Cevdet Sunay Paşa’ya yolladı. Hatta kendisi de görüşmek istedi. Bu bir iyi niyetli düşünceydi ama olmadı tabii. Olmadı ama Özal ile dostluğumuz oradan başladı.
Hatta benim Arabistan’da inşaatım olduğu dönemde o vesileyle Arabistan’da Özal ile birlikte umre yaptık. Umrede beraberinde Hanımı da vardı. Sonra milletvekili olan Mine Hanım vardı. Çok samimiydik. 
Bu tanıştığımız yıllarda Özal, Planlama Müsteşarıydı. Tanışmamız ta oradan başlar. Hatta Özal 1976 seçimlerinde Milli Selamet Partisi’nin İzmir milletvekili adayı olmuştu. O yıllarda öyle ileri bir tanışmışlığımız yoktu. Ardından 12 Eylül ihtilali olunca Başbakan yardımcısı olduğunda ekonomiyle ilgili görevleri olduğu için biz de yurt dışı müteahhitlik hizmetleri olarak Libya’da ve Suudi Arabistan’da iş yaptığımız için en çok görüştüğümüz insan olarak karşımıza çıkmıştır. Kendisiyle bu sebeple bir bakıma mecburi bir tanışmışlığımız olmasına rağmen münasebetlerimiz çok iyi olarak devam edip gitmiştir. 
Bu samimi görüşmelerimizde ben Özal’a devamlı ricada bulunurdum: “Kaddafi Türkiye’ye davet edilmek istiyor. Ama öyle lalettayin bir devlet adamı gibi değil; nasıl istiyor onu bilmem ama şöyle şaşalı bir karşılama gerekiyor. 
“Sen askerlerle irtibatlısın, Başbakan yardımcısısın. Bu işe bir yardım et. Ben de Bülent Ulusu ile bunu bir konuşayım” dedim.
-Bülent Paşayla tanışmışlığın iyi derecede mi?
-Yok, dedim.
“O zaman bu görüşmeden pek şey olmaz” gibi bir söz söyledi. 
Anladım ki benim söylediklerim aslında aklına yatmış fakat bir şey yapamıyor. Bir yol arıyor. Derken o ara Başbakan yardımcılığından istifa etti. Evlerimiz de Yeniköy’de, birbirimize yakınız. Beni bir sabah kahvaltıya çağırdı. Gittim. Binaya girdim. Özal’ın zilini çaldım. Kapıyı Semra Hanım açtı. Sabah saat sekiz buçuk dokuz filan. Neyse kahvaltıyı yaptık. Beni bu konuyu konuşmak için çağırmış:
“Kaddafi’yi çağırmanı askerler istemiyor. Kenan Paşa istemiyor” dedi. “Sen bir randevu al git konuş onunla. Ben Paşayla konuştuğum zaman senden de bahsettim. “Sen merak etme o bana kendisi gelsin” dedi. 
Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığından bir randevu istedim ve gittim Kenan Paşa’ya: 
“Efendim buraya gelişim Kaddafi’yi davet etme meselesi filan…” 
Evren dedi ki:
“Bak Cevahir, siz durumu böyle idare edin. Çağırırız onu, gelir Atatürk Havaalanına. Orada azınlıkların hakları filan gibi abuk sabuk bir konuşmaya girer. Ben de orada “dön be geri” derim bir tekme vururum, sizin işiniz daha kötü olur” dedi.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Kaddafi, Kenan Paşayı Genelkurmay Başkanı olarak Libya’ya geldiğinde üçgün bekletmişti.
Rahmetli Özal hem almayı, hem de satmayı iyi bilirdi. Sendikaların karşısında iyi bir sendikacıydı. Çünkü Amerika’da görev yapmış bu konulardan haberdar olmuş bir yöneticiydi. Türkiye’de de Devlet Planlama Teşkilatında uzun zaman çalışmıştı. Başbakan olduğu zaman ülkesinin ihtiyaçlarını, noksanlarının ne olduğunu, neler yapılması gerektiğini iyi biliyordu. 
Dolayısıyla Türkiye’de Batılı anlamda ilk değişim hareketlerini Özal sağlamıştır.
Çok enteresan bir örnektir. Özal’dan önce cepte döviz bulundurmak suçtu. Yıllar öncesinde İş adamı Ziya Çarmıklı’nın cebinden 102 dolar çıktı diye adamcağız 2,5 yıl hapis yattı... Yani 2 dolar fazlasıyla... Oysa Çarmıklı bir iş adamıydı. 
Bu tür yasak duvarlarını, o yanlışları bu ülkenin kanun kitaplarından Özal çıkardı. Şimdi her taraf döviz bürosuyla doludur. Eğer o şartlar, bugün de devam etseydi şu anda yüz elli bin iş adamını yurt dışında bulamazdınız.
Mekanı Cennet olsun...