Urfalı Yusuf, mütevazı bir gençtir, nitekim Arapçada 'yok' mânâsına gelen 'nâ' ve 'bî ' eklerini birleştirerek 'Nâbî ' yi mahlas yapar, kendini 'hiç' sayar...

`height=

Sıcak gözle görülür mü? İnanın görülür o gün toprak helva gibi kızarır, ufuklar buram buram buharlanır. Güneş tepsi gibi büyür, zemini bakılamayacak kadar parlatır. Yolcular kızgın saçüzerinde yürür gibi seker, taşa toprağa dokunmamaya özen gösterirler, karlı dağ başlarında tipiden kaçar gibi kumdan sakınırlar. Hasılı zor bir gündür, rüzgar dinip gök açıldığında, gün batıp yıldızlar çıktığında ılık kumlara çöke kalırlar. İştahı kalanlar ellerini heybelerine daldırır, ağızlarına üçbeş parça tayın atar, zoraki yutarlar. Çul çaput sermeye bile mecalleri olmaz oturdukları yerde dalarlar.

YANIK YANIK İSTİĞFAR EDER

Medine-i Münevvere ye takriben bir günlük yol vardır ama Nâbi uyuyamaz. Bir köşeye çekilip içli içli ağlar, kuşla böcekle dertleşir, aydan yıldızdan haber sorar. Evet çok yaklaşmışlardır ama eşiğine kadar gelmişken Efendimize kavuşamamaktan korkar. Yanık yanık istiğfar eder, büker boynunu, ellerini açar. Şâirimiz oturmaktan bile haya ederken, kervandaki devletlülerden birinin sereserpe uyuduğunu, üstelik ayaklarını kıbleye uzattığını görür. nbsp Bir üzülür, bir üzülür... Ağzından 'Sakın, terk-i edebden.. Kuyi mahbubi Hüdâ dır bu.. Nazargâh-ı ilâhidir, Makâm-ı Mustafa dır bu....' diye başlayan o muhteşem beyitler dökülür. Muhatabı hemen ayaklarını toplar. Ancak gafletinin şiirleştirilmesine sıkılır ve bu mısraları unutmasını söyler. Nabi buna çoktan hazırdır, zira elinde yazılı bir metin yoktur ve adamcağız ayaklarını topladığına göre konu çoktan kapanmıştır.

Ü MMETİMDEN NABİ GELİYOR

Kafile, ertesi gün şafak sökerken Münevver Beldeye girer. Nâbi nin yüreği yerinden fırlayacak gibidir, o nasıl sevinç, o nasıl heyecan... Mescid-i Nebiye yaklaştıklarında müezzinler minarelere çıkar ve...

Duyduğu şeye kendi de inanamaz. Evet, evet onun şiirini, hani 'sakın terk-i edebden....' diye başlayan mısraları okurlar. Nabi onlardan birini minarenin kapısında yakalar ve 'Allah aşkına söyle. Okuduğun kasideyi kimden öğrendin?' diye sorar.

-Bu gece rüyamda Kainatın Efendisini 'Sallallahü aleyhi ve sellem' gördüm, bana: 'Ü mmetimden Nâbî adlı bir âşığım geliyor. Onu onun beyitleriyle karşılayın' nbsp buyurdular. Ben emredileni yaparım, niyesi, niçini bu fakiri aşar.

-Eminsin değil mi? Ü mmetimden mi buyurdular?

-Evet. Hatta henüz mübarek sesleri kulağımda çınlıyor.

Nabi ye bu kelime yeter. Öyle sevinir, öyle sevinir ki kendinden geçer.

Öyle ya, ona (Aleyhisselatü vesselâm) nbsp ümmet olmaktan büyük mertebe... Düşünülemez bile...

`height=

ŞAİRLERİN ŞEYHİ;

Asıl adı Yusuf olan Nabi Urfa da (1642) doğar. Arzuhalcilik yaparken, vâlinin tavsiyesini dinler, İstanbul a koşar. Vezir, Muhasip Mustafa Paşa üçdilde şiir yazabilen kabiliyetli genci bağrına basar. Yusuf mütevazı bir gençtir, nitekim Arapçada 'yok' mânâsına gelen 'nâ' ve 'bî ' eklerini birleştirerek 'Nâbî 'yi mahlas yapar, kendini 'hiç' sayar. Nâbî bir çok gâzâya katılır. Musahib Mustafa Paşanın vefâtı üzerine Haleb e yerleşir ve orada yuvasını kurar. Halep Valisi Baltacı Mehmed Paşa sadrâzam olunca, Nâbî yi İstanbul a getirir. Ona Darphâne emî nliği ve Anadolu Muhâsebeciliği gibi önemli bir vazife verir. Nâbî altı pâdişâhın saltanatını görecek kadar yaşar. Devrin sultanları onun şiirlerini çok beğenir, ikrâmlarda bulunurlar... Şair Nâbî İstanbul da âhirete irtihal eder ve nbsp Karacaahmed Mezarlığına defnedilir... Edebiyatçıların 'Şeyh-üş-Şuarâ' (şairlerin şeyhi) ünvânını yakıştırdığı Nâbî nin şiirleri öylesine sağlamdır ki mısralarının çoğu vecize olur, halkın diline dolanır. İstanbul Türkçesini çok iyi kullanan Nâbî nin eserleri Fransızcaya tercüme edilerek Paris te neşredilir. Ahlâk kaidelerini hoş bir üslupla ve özendirerek anlatan 'Hayriyye' yıllarca ders kitabı olarak kalır. Diğer eserleri: Hayrabâd, Dî vançe-i Gazeliyât, Tercüme-i Hadî s-i Erbain, Surnâme, Fetihnâme-i Kameniçe, Siyer-i Veysi ve Münşaattır...