Hikâyede olsun romanda olsun, sanatında bir tip yaratmak doğrudan doğruya bir hedef  midir, olmuş mudur, olmalı mıdır... Klâsikte olsun, modernde olsun bir tip yaratmak, sanatçının doğrudan doğruya amaçolmaması gerekir. Çünkü bu sanatı kül halinde kabulle örtüşmeyecek, sanatçı ile eser arasında cüz`lerin öne çıkmasına yol açacaktır. Ancak, bir akımmış gibi gösterilen postmodernizmin de karakter yaratmaktan kaçınması bir yenilik olmaktan çok, bir zaaf hali olduğu da düşüncelirimizin içinde yer bulmalıdır. 
Bununla birlikte, klâsik eserlerde karakterlerin baş rolde olduğunu, dolayısı ile de bir tip oluşturmanın anlatı sanatında ortaya çıkmakta olduğunu görüyoruz.
Yine de kalıcı olabilmiş romanlarda, tip, bir şart halindedir, durup geriye baktığımızda. Biz bir romanı, bir hikâye dünyası ile karşı karşıya bulunduğumuz zaman bizi saran, bizi teşhir edecek sürprizlerle muhatap olmaya eğilimliyizdir.
Tiplemeyi erek bilen hikâye, zaman içinde, 'portre' sanatı tanımı ile ifade edilir olmuştur. İlk aklıma gelen Gogol`un Akaki Akakiyeviç`i oluyor Kaput`un kahramanı.
Acaba Gogol kendi gününde klâsik olmak çabası içinde mi bulunuyordu... Yoksa o, kendi 'yeni'sinin mi peşindeydi... Bir parantez '19. yüzyılın yeni`sini, günümüzün modern nitelemesi ile düşünebilir miyiz... Nikolai VasilyeviçGogol (hayattan) gözlemlediklerini özümseme süreci içinde bulunurken, yeni`ye ve ileri`ye olan iştahı, ihtiras ve atılım günümüzde evrensel bir yaygınlık kazanmış olan Modern sıfatı henüz ortada olmadığı halde, onda latant halde bu sıfatla nitelenecek olgunun namevcutluğu anlamına gelmeli midir... 
Sanat eseri, bir bakıma bir iade ediştir. Gogol de özümseme süreci içinde (geçici) bir acz yaşamamış mıdır... Bu düşünülemez. İadedir, ama aynen iade etmek demek değildir. Hikâye üstüne hiçdüşünmeyen hikâye yazarları dahi bunu kabul eder! Aynen iadeyi ancak fotoğraf objektifi başarabiliyor!.. Eksilterek ya da arttırarak bir iade edişin kaynağıdır oanatçı. Karşısında hayat bulunmaktadır. Hayattan gelen öz ışınları, sanatçı duyarlığına çarptığı zaman, sanatçı-öznenin aldığı hayat cüz`ü söz konusudur. Hiçbir fani düşünemeyiz ki hayatı bir bütün halinde, mutlak eksiksizlikle tatsın...
Şimdi şu soruyu soralım biz: Romanda olsun hayata karşı var edilen bir hayat yok mudur... Burada bir parantez önemli: hikâye ve/ya öykü, hayatı, bir romanda olduğu ölçekte kapsamayabilir. Daha çok da bu eğilimde gelişti, ilerledi bu sanat. Hayatı soğurmaz hikâye. Hikâye, sanatçısının mizacını şiddetle taşıyan bir kesittir. Yine de şaşırtıcı bir derecede hayatı soğurmuş büyük hikâyeler yok değildir. Büyük sıfatını haketmiş...
Romancı için, hikâyeci için yaratım sürecinde ilk dikkat ne olmalıdır? Bu yazının bağlanımda değil bu soru.
Fakat karşımızda veya elimizin altında bulunan 500 yıllık roman-hikâye birikiminde karşımıza çıkan bir şey vardır: İnsana dikkat etmek. Sanatçı için olmazsa olmaz olan bu, okur için de öyledir...
Cervantes`ten önce de serüvenler yazılıyordu. Genel olarak onlara romanın ceddi denilir. Bu Cervantes öncesi pro-romanlarından bir tip, içimizde dolaşıyor mu şövalye aşklarının dünyasından; Ancak edebiyat tarihinin ayrıntılı incelemelerinin malzemeleri olarak vardır onlar. İlk kez Cervantes`le bugünkü anlamda roman ve Mança`lı Don Kişot tipi doğmuş oluyor. Cervantes`in kudreti diyoruz, ve sanatını hatta gizemini seyrediyor, içdünya yolculuklarını izliyoruz. Dahası katılıyoruz idealist gezginci şövalyenin kalbinden geçen düşüncelere. Gönlüne. Sanatçının dünyası ayrı bir kâinat, bir içevren olabiliyor.
İnsana dikkat roman çığırının başlangıcında durur. Cervantes, bir kanun koyucu kudretindedir bu ilk romanda. Yüzyıllar içinde bu niteliği üstünde görüş birliği oluştu.
Couisin Bette`in kendi içyüzü ile karşı karşıya kaldığı ân, o ân, Balzac için olağanüstü, devrindeki Fransızlar için olağanüstü, her çağın okuru için olağanüstüdür. Artı: romanın içindeki kurmaca insan Bette için de olağanüstüdür. Bette abla da soluk alıp soluk vermektedir.
Biz karşımızda ayna istiyoruz bir eserde. Bunun önceden farkında değilizdir. Eser güçlüyse bir özdeşleşim kendiliğinden başlar, ve biz ona uyarız. Ü stün bir sinemada da sürekli olur bu filmde bize seslenen gizli bir dil vardır. Ü stelik bir de 'yazılar filmatik' esprisi! O sözler doğrudan bie seslenir gibidirler. Bunu yaşayanlar vardır. Belki o zaman, kendi benliğinden yakalanmış olur ve filmin içinde biriymişiz gibi gelir bize.
Biz okur olarak, romancı tarafından karşımıza getirilmiş kurmacanın bir tanığı durumundayızdır. Sanki Balzac anonim kişiye, yani okuruna soruyor: İyi mi? Anonim kişi, o romanın okuru biz yanıt veriyoruz: Hem nasıl! Müthiş! Bir insan bu kadar keşfedilebilir!
Halbuki ortada (yani canlı hayatta) Cousin Bette diye biri var değil ki! Onu Balzac oluşturuyor. Sanat eserindeki yaratmayı bu şekilde de düşünmek mümkündür.
Şimdi şu: Balzac`ın Cousin Bette`ini bu yeryüzünde okumuş kaçinsan varsa bugüne değin birbirlerini hiçtanımayan bu insanlar Bette`in yaşadığı 'kendi erdemsizliğiyle yüz yüze gelmeyi' her biri kendi içinde yaşamış, bu şaşırmayı, bu depremi, bu depremin sonuçlarını nefislerinde tatmış olmalıdır. Bunun görecesi olmaz. Ancak okurların birbirinden farkı söz konusu olabilir. Bu ise bağlam dışı bir şeydir. Asıl olan, insanı ilgilendiren Cousin Bette tipinin yoğrulmuş ve zamana karşı çıkartılmış oluşudur. Benim için Don Kişot`un bir tip olarak karşıma çıkmış oluşu, olağanüstü heyecan verici bir olaydı. Tam çevirisinden (Saadvera, 2006) okuduğunuzda ise, bu olağanüstü tipin bir roman insanı olarak ruhu ile karşı karşıya bulunduğunuzu hissedebilirsiniz. Bence aşkın (trancendental) özellik taşıyan bu ilk ve büyük roman insanda bir içsevinçyapar Cervantes`e saygı yaşarsınız, karşınıza çıkardığı âlicenap Don Kişot`ı da seversiniz. Beylik bir sevgi olmaz bu Mançalı`nın çilesini fark eder ve yavaş yavaş esrimeye başlarsınız. (İstanbul`a da gelmiş olan) Cervantes`in eserinde var etmiş olduğu 'insan' bir tip olarak, daha öncedir eserde.
Türk romanmda büyük karakterler ne ölçüde doğmuştur bir yana, özellikle 90`lı yılların başından itibaren tip ve karakter yaratmak sanatçıların pek önem vermedikleri bir şey olmuştur. Kestirmeden söyleyelim, epeycesi tip yaratmayı önemsemiyorlar. Atmosfere bakarsanız klâsik verilerin çağının geçtiğini düşünenler az değil. Az haklı, çok riskli.
Doğrudan doğruya Yaratma cesareti ile ilgili olan bu tutum, bir yerde, modern olma psikolojisinden kaynaklanıyor. Bir gerginlik. Trajik bir yanı sanatçı derinliği ile igiliyse, dramatik yan, bir yanılsamadan kaynaklanıyor oluşudur. Bu yanılsamayı biliyoruz: Amerika`da ortaya çıkan postmodern durumun, Türkiye`de yeni bir akım sanılması... Evet, bu kadar basit ve bu kadar net. Bir kuşak işin kolayına kaçtı. Mustafa Şerif Onaran`ın  vurguladığı gibi, yaygın bir biçimde 'yerleşik öyküye isyan' söz konusu. Yeni bir yazıda ülkemize, hatta mahalleye bir göz atmaya değmez mi?