⦁    ABK: “Köhne, harabe haline gelmiş bir Bizans şehrini, yüz yıl gibi kısa bir sürede dünyanın en güzel, en medeni, en görkemli şehri haline getiren Türk ruhu ve eli, şimdi nasıl oldu da aynı şehri ruhsuz, kişiliksiz bir yığıntı haline dönüştürdü?” Bu alıntıdan hareketle İstanbul’u her yönüyle mamur eden ecdadın sahip olduğu ruh ile bugün arasındaki fark nedir? Ve bu farkın bu güzel şehre yansıması nasıl olmuştur?

C 1-AK: En büyük fark, bakış açımızın değişmesidir diye düşünüyorum. Onlar yaşadıkları beldeleri imar etmek için çaba harcamışlar, biz ise şehirlere bir rant gözüyle bakmaya başlamışız. Biz hep almayı düşünüyoruz. Onlar hep vermeyi düşünmüşler. Bir diğer fark ise mesken politikamızın değişmesi. Ecdat kendi hayatı ile mahdut bir mesken inşa etmiş, ahşaptan ve taştan yapmış. Kimse kimsenin güneşine, ışığına, manzarasına mani olmak istememiş. Komşuya saygı duymuş. Günümüzde ise kıyamete kadar ayakta kalacak meskenler inşa ediliyor. Merkezde insan ruhu, insan sağlığı yok. Merkezde daha çok kazanç, daha çok servet biriktirme var. Bu anlayış her şeye yansıyor maalesef.

⦁    ABK: Yaşanan bu dönüşüm İstanbul özelinde ve genel anlamda bir kültür katliamına yol açmıştır. Bu tablo nasıl tersine çevrilebilir, neler yapılabilir?

C2-AK: Bugünden yarına çok zor değişir bu tablo. Çünkü bozulma dünden bugüne olmadı. Nerdeyse 2 yüz yıldır devam eden bir kültürel bozulma, yozlaşma yaşıyoruz. Bu tablo elbette değişir. Bunun yolu da eğitimdir diye düşünüyorum. Önce elimizde kalan değerlerin bir kıymetlendirilmesi gerekir. Onları da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.  Yeni bir kültür ve eğitim politikasıyla bu işi tersine çevirebiliriz. Bu konuda da en büyük görev yine öğretmenlere düşüyor. Her birimiz kendinizi bir kültür elçisi gibi görmeliyiz. Eğitim zaten yeni nesillerin kültür ile buluşturulmasıdır. En fazla öğretmenlere yakışıyor kültürlü olmak. O yüzden bu konuda duyarsız öğretmenleri gördüğümde çok üzülüyorum. İstiyorum ki çevremdeki bütün öğretmenler tarihe, edebiyata, şiire, müziğe, satana, doğaya, kitaba ilgi duysun.

⦁    ABK: Kitapta en beğendiğim ifadelerden biri: “Bir şehrin kalbini okuyamayan insan, şehrin yüreğindeki sızıyı nasıl dindirebilir?”  Bir şehrin kalbi nasıl hissedilebilir, nasıl okunur?
C3-AK: Bir şehrin kalbini hissedebilmek için önce duyarlı, hassas bir kalbe sahip olmak gerekir. Hassas bir kalp duygusal insanlarda bulunur. Onlarda genelde şiir seven, okuyan insanlardır diye düşünüyorum. O yüzden de şehirleri şair ruhlu yöneticiler yönetmeli diyorum. Hassas kalbe sahip bir yönetici rant uğruna tarihi bir şadırvanın yıkılmasa, tarihi bir ağacın kesilmesine izin vermez. Şehrin meydanına devasa bir betondan otopark yaptırmaz. Doğa ile savaşa girmez. Hassas bir kalbe sahip olan şehrin sokaklarını, meydanlarını, caddelerini hisseder. Onlarla ayrı bir temas kurar. Onların dilinden anlar, onlarla konuşur. Tıpkı bir annenin sağır ve dilsiz çocuğuyla konuşabildiği gibi.

⦁    ABK: Kitabın İstanbul’u anlatan bölümünde aslında iki İstanbul’dan bahsediliyor. Bu bölümün son kısımlarında içinde barındırdığı insanları mutlu eden değil de yoran bir İstanbul’dan bahsediyorsunuz. Günümüzden bakacak olursak gördüğümüz nasıl bir İstanbul. Ya da bu durum kişiye ve bakış açısına göre değişen bir durum mudur?
C4-AK: İstanbul’un cefası da hoş, sefası da hoş. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” denilir ya. Aynen öyle. İçindeki insanlara bazen de problemler çıkarır şehir. Özellikle son zamanlarda yönetimsel zaafların ve plansız büyümenin verdiği yükle şehir katlanılmaz bir duruma gelmiş durumda. Özellikle trafik, kalabalık, otopark sorunu ayyuka çıkmış durumda.  Şayet günlük bir işe gidip gelmiyorsanız sorun yok elbette. Ama ne kadar kişi o durumda? O yüzen bir şehre sadece yük olan, şehirle bağlantı kuramamış insanların şehirden göç etmelerini teşvik edilebilir. Şehrin yükü hafifletilebilir.
İstanbul benim hayatımda çok özel bir yere sahiptir. Gençliğim, orta yaşım, adamlığım, babalığım, şairliğim, yazarlığım, öğretmenliğim hep bu şehirle var olmuştur. Hayatımın anlamını bu şehirde buldum ben. 17 Yaşında gelmiştim. Çok şey aldım bu şehirden. Şimdi de vermeye çalışıyorum. Yazdıklarımla, şiirlerimle, konuşmalarımla şehre sahip çıkmaya çalışıyorum. 

⦁    ABK: Necip Fazıl şiirle ilgili: “Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nispetlerini bularak mutlak hakikati arama işi”
Mehmet Akif: 
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: 
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” diyerek şiiri hakikatin ifadesinde bir araç olarak görmüştür. Size göre şiir isyanın, duyguların, davaların dile getirildiği bir araç mıdır, yoksa şiir başlı başına bir amaçtan mı müteşekkildir?

C5-AK: Şiirle ilgili birbirinden çok farklı tanımlar vardır. Hatta şiirin herkesçe kabul gören ortak bir tanımı yoktur diyebiliriz. Her şair kendince başka bir tanım yapmıştır. 
Ben şiiri biraz ulvi duygularla ilgili bir araç olarak görüyorum. Tamamen sanat, sanat içindir diyenlerden değilim. Tamamen mesaj olarak da görmüyorum. Biraz sanat biraz da mesaj kaygısı gütmeli diye düşünüyorum. Kelimelerin birinci ve ikici anlamları vardır. Nesir genelde kelimelerin birince ve ikinci anlamlarını kullanır. Şiirse çoğu zaman üçüncü, hatta dördüncü anlamları kullanır. Şiir çok güçlü bir argümandır. Çok etkili bir enstrümandır. İnsanların kayıtsız kalamayacağı edebi bir türdür… Ahenk çok önemlidir. Seslerin musikisi çok önemlidir.
Özellikle öğretmenlerin, yöneticilerin baş ucundan şiir eksik olmamalıdır.


    ABK: İnsanın dağarcığında belli şiirler olmalı, diyorsunuz. Ve yine, bazı şairlerin ve bazı şiirlerin insanda yerinin farklı olduğunu da dile getiriyorsunuz. Size şiir dediğimizde aklınıza ilk olarak hangi şiir gelir ve yine şair dediğimizde zihninizde beliren ilk isim hangisi olur? Neden?
C6-AK: Şiir deyince aklıma üç şiir, dörtlük ya da beyit gelir. 
Birincisi annemden öğrendiğim:
Yattım Allah kaldır beni
 Nur içine daldır beni
Can bedenden ayrılırken
İman ile gönder beni diye yatağa girerken bir tekerleme gibi okuduğum duadır.

İkincisi, Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi şiiridir.

Üçüncüsü de Orhan Veli’nin Anlatamıyorum şiiridir.
Ağlasam sesimi duyar mısınız?
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz?
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Orhan Veli Kanık

⦁    ABK: Kitaba adını veren “Kalemin Ahı” kısmında “Kalem”in taşıdığı manayı çok güzel bir şekilde ifade etmişsiniz. Bildiğimiz üzre Kuran’da “Kalem”in üzerine yemin edilir. Dinimizde ve medeniyetimizde bu kadar önemli olan “Kalem” kavramı ile ilgili ne söyleyebilirsiniz. Bu kadar değerli kılan nedir?
C7-AK: Kalem bir sembol bana göre. Kalem ilmin, edebiyatın, şiirin, yazının sembolü. Kalem bir sırdaş. Kalem bir medeniyetin en önemli aracı. Kalem kılıcın karşısına konulan bir değer. Bir silah aynı zamanda kalem. Kalem kılıçtan keskindir denilmiş. 'Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir.'
Mürekkep kalemle yazıya dönüşür değil mi? Peki neden “Kalemin Ahı” dedim?
Medeniyetimize dair, kadim değerlerimize dair ne varsa bir bir yok oluyor, ya da yozlaşıyor. Ben yok olan her değer için kalemin ah ettiğini, inlediğini, ağladığını düşünüyorum. Daha doğrusu dert sahibi insanların ağıtlarını temsil ediyor kalemin ahı. Kalem etrafında oluşan devasa bir medeniyet kalemle birlikte yok olup gidiyor. Benim de ahım buna.
⦁    ABK: Bazı yazarların hayatında baktığımızda “Zindan” dönemlerini onları sanatlarında zirveye taşıyan bir dönem olarak görüyoruz. Kalemleri çok daha keskin ve üretken olabiliyor. Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmet’e Mektup” şiirinde olduğu gibi. Bu tip mahrumiyet dönemleri sizce üretken olmayı etkileyen bir süreç mi?
C8-AK: Zindan kimsenin gönüllü olarak tercih edeceği bir yer değildir. Bununla birlikte birçok yazarın, şairin, edebiyatçının yolu zindana düşmüştür. Özellikle siyasi olarak hükümetlerle ters düşen birçok şair ve yazarın zindan günleri olmuştur. Zorunlu olarak getirilen o zindan günleri en kıymetli, en nitelikli eserlerin çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü orada dikkati dağıtan başka bir unsur olmadığı için, başka meşguliyetler de olmadığı için bir anlamda kaçış, rahatlama, terapi gibi olduğu için yazar da yoğunlaşmıştır eserine. 
⦁    ABK: En temel sorulardan biri belki de, İnsan neden yazma ihtiyacı hisseder? Bu insanın doğasında olan bir yönelim midir?
C9-AK: Yazmak bir dışavurumdur. İnsanın iç dünyasında olgunlaşan düşünceler, hayaller, fikirler yazı aracılığı ile dışa aktarılır. Dışa vurum ya da paylaşmak bir temel ihtiyaçtır. Kimisi bunu konuşarak yapar, kimisi çizerek, kimisi söyleyerek, kimisi bir müzik aleti çalarak yapar. Kimi insanlar da yazarak yapar bu dışa vurum eylemini. Bu ben de varım demenin bir yoludur.  Beni fark edin, beni anlayın, beni dinleyin, beni tanıyın, bana kayıtsız kalmayın demenin bir yoludur. 
Benim için yazmak bir var olma yoludur. Topluma, çevreme, sevdiklerime mesajımı bu yolla iletmeye çalışıyorum. Aynı zamanda bir terapidir yazmak benim için. İçimde büyüyen, kaosa dönüşen olayları yazdığımda rahatlıyorum. Üzüntülerimden, sıkıntılarımdan, dertlerimden çoğu zaman yazı sayesinde kurtuluyorum. Sevgimi, neşemi, mutluluğumu da yazıyla paylaşıyorum çoğu zaman. Yazdıkça kelebekler uçuşur gönlümde. Ben yazıyı bir öğretme aracı olarak da kullanıyorum çoğu zaman. Öğrendiklerimi, bildiklerimi başkalarına en iyi yazıyla aktarabileceğimi düşünüyorum. Kalıcı olmanın bir yolunun da yazmak olduğunu düşünüyorum. Fikirlerim, düşüncelerim, şiirlerim yarınlara kalsın istiyorum. Bir anlamda sadaka-ı cariye olarak da yazıyı kullanıyorum. Her insanın doğasında ölümden sonra da hatırlanmak isteği yatar, insan yaşamak ister sonsuza dek. Yazı bu anlamda da çok iyi bir araçtır işte.

⦁    ABK: “İnsanın hayatı aramakla geçer” diye bir ifadeniz var kitapta. Size göre insan hayatı boyunca neyi arar ya da neyi aramalı? Ve aradığımız bu şeye bu Dünya’da ulaşabilir miyiz?

C10-AK: Aradığımız şey kendi benliğimizdir, sevgidir, adalettir, hakikattir ve nihayetinde mutluluktur, diyorum kitapta. Birçok filozof da bu sorunun cevabını aramış ve nihayetinde insanın nihai hedefinin mutluluk olduğunu dile getirmiştir.
İnsan hayatı bir ömür bunları aramakla geçer.
Hâlbuki çocuklukta bütün bunlar içimizdeydi, yanımızdaydı değil mi?
Aradığımız birçok şey içimizde var aslında. Fakat insanlar hep dışarıda aradıkları için bulamadan göçüp gidiyorlar maalesef.
Çözüm anı yaşamakta. Anın kıymetini bilmekte ve anı doldurmakta..
Olmayanın peşinden koşmayı bırakıp olanı fark edelim, yakınlarımızı fark edelim. Uzaklara bakmaktan yakınları göremez olduk.
Aramayı bırakın. Bulduklarınızın kıymetini bilin. Mutluluk, keyif onun içinde gizli.

⦁    ABK: Kendini bilmek en önemli erdem belki de. Uzun bir yolculuk aynı zamanda. Hatta meşhur bir aforizma vardır: “Kendini bilen Rabbini bilir.” Bu arayışın son derece kıymetli olduğunu bu sözden de anlıyoruz. Peki insan buna nereden başlamalı, nasıl yapmalı ki kendini bulmalı?
C11-AK: Kendini tanımak, kendini bulmak meselesi insanlık tarihi kadar eski bir meseledir. Birçok batılı, doğulu filozof ve İslam Âlimi bu konuda kafa yormuştur. Kendini bilme, kendini tanıma kolay bir iş değildir.  İnsan en zor kendini tanır derler. Bununla birlikte kendini tanıyan insan bütün sırlara da vakıf olur. Kimim ben? Hayatımın amacı nedir? Niçin yaşıyorum ben? Hayatımın anlamı nedir?  Bu sorular çetin sorulardır. Birçok insan bu çetin soruları sormaya bile cesaret edemez. Çünkü bu sorular insanı düşünmeye, tefekküre sevk eder.
Bir bilge: “Kendini tanımak, bütün bilgeliğin başlangıcıdır” der. Evrenin sırrı kendini tanımada yatar. Bu kendiniz dışında hiç kimsenin size veremeyeceği bir eğitimdir ve güzelliği de buradadır. Kendini tanıma işi bir süreç işidir. Bu süreç derinlikli bir iç yolculuktur. Kendini tanıyan kişi daha az çatışma yaşar. Farkındalık seviyesi yüksektir.
⦁    ABK: Dost olmanın ve bir dosta sahip olmanın çok önemli olduğunu biliyoruz. Fakat günümüzde belki de içi boşalan ve manasını yitiren en önemli kavramlardan biri. Dost olmak veya bulmak kişinin çabasına bağlı bir şey mi, yoksa kişinin nasibiyle mi alakalı bir durum? Dostluk üzerine neler söylersiniz?
C12-AK: Dostluk da birçok kavram gibi günümüzde içi boşalan bir kavram. Sözde dostluklar kuruluyor, sözde dostlarımız çok. En küçük bir testten bile geçemiyor ama dostluklarımız. İyi bir dosta sahip olmak bir nasip meselesi, ama bu konuda gayret de etmeliyiz. Çünkü kader gayrete aşık. Bedel ödenmeden dostluklar kurulmuyor. 
Sevdiğiniz insanlar için hangi bedeli ödediniz? Rahatınızdan, zamanınızdan, paranızdan, geleceğinizden, kariyerinizden hiç fedakârlık yaptınız mı sevdikleriniz için?
Arkadaşlıkta, dostlukta asıl zor olan, siz başarılı olduğunuzda, yeni bir işi, konuyu, maratonu tamamladığınızda yanınızda olmaktır. Gözlerinizin içindeki sevincin arkadaşlarınız tarafından, yakınlarınız tarafından görülmesidir. Sizin mutluluğunuzun doyasıya paylaşılmasıdır. Sizin başarınızla amasız, fakatsız, araya başka düşünceler katılmadan gurur duyulmasıdır. Gerçek dostlar, hem kara gününüzde hem de başarılı olduğunuzda sizin yanınızda olanlardır. Aradığınızda “neden, niçin, ne zaman, uzak mı, yakın mı” demeden “hemen geliyorum” diyenlerdir.
Gerçek dostlar hiçbir zaman sizin üzerinizde bir yük oluşturmazlar. Onları memnun etmekle uğraşmasınız. Sizin yükünüzü hafifletirler bilakis. Yine gerçek dostlarınız empati yapar ve size saygı duyarlar. Gerçek dostlarınıza rahatlıkla “hayır” diyebilirsiniz. Bunu anlayışla karşılarlar. Sizi başkası olmaya zorlamazlar. Kendileri gibi olmaya da zorlamazlar. Sizi siz olduğunuz için severler. Gerçek dostlarınızın yanında rol yapmazsınız. Olduğunuz gibi davranırsınız.

⦁    ABK: “İyi insanlar, iyi atlara binip gittiler mi” adlı bir bölüm var. Bu bölümü okurken samimi olmak gerekirse biraz karamsarlık oluştu bende. Gerçekten değişen ve dönüşen bu hayatta bu konuda ümitsiz mi olmalıyız, yoksa iyi insanların geleceğine ve var olacağına dair ümitvar mı?

C13-AK: Bu konuda pek iyimser değilim ama tamamen de umutlarımı yitirmedim. “İyi insanlar, iyi atlara binip gittiler” bir motto değil sadece. Biraz gerçeklik payı var. İyi insandan kastım ilk başta olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan dürüst insanlardır. Çevremizde kendisi olan, gerçek kişiliğini her zaman sergileyen, otantik kaç insan kaldı. Kime, nasıl güveneceğiz? Kim samimi, kim rol yapıyor anlayamıyoruz. Her şeyin bir taktiği, her şeyin bir siyaseti, bir raconu var ve ona uygun davranıyor insanlar. 
Bütün ülkeler, bütün insanlık tek bir çizgi üzerinde birleşti sanki. Herkes aynı oldu.  Bütün renkler tek bir renge, bütün diller tek bir dile, bütün mimariler tek bir mimariye, bütün paralar tek bir paraya, bütün giyim-kuşam ve ev eşyaları tek bir modele, bütün müzikler tek bir müziğe dönüştü değil mi?
 En önemlisi yahut en kötüsü de denilebilir, bütün insanlar, tek bir insan formatına büründü. Bütün kimlikler, bütün değerler, bütün kişilikler ve karakterler sanki kayboldu ve ortaya yepyeni bir insan karakteri doğdu. Bu yeni insan karakterinde her şeyden birazcık var sanki. Birazcık okumuş, birazcık eğitimli, birazcık dil bilen, birazcık teknolojik becerisi iyi, birazcık iyi konuşan, birazcık dinleyen, birazcık duyarlı, birazcık duyarsız, birazcık merhametli, birazcık acımasız, birazcık iyimser, birazcık kötümser gibi gibi. Baskın bir karakter ve kişiliği olmayan her türlü havaya ve şekle girebilen, yerine ve duruma göre davranışlar sergileyen, dışarıda bambaşka birisi iken kendi kendine kaldığında tamamen başka birisi olan, iyi mi, kötü mü olduğuna bir türlü karar verilemeyen garip bir insan topluluğu ile karşı karşıyayız. 
İçeride ve dışarıda, kalabalık içinde ya da yalnızken bizi her daim gören ve gözetleyen ilahi gücün farkında olarak davranmak ve yaşamak gerekiyor. Vicdanımızın sesini dinleyerek, hakikat olanın peşinden giderek, dosdoğru bir şekilde yaşamak gerekiyor.
Yine bu konuda çözüm eğitimde. Çocukları küçük yaşlardan itibaren erdemli olmaya, dürüst davranmaya teşvik edeceğiz. Onların önünde bizler dürüst ve erdemli davranacağız. Eskiden olduğu gibi, insanları yaşamı ile sözlerinin bir birine uyumlu olmasını teşvik edeceğiz.