1453 yılı malumunuz İstanbul`un fetih yılıdır. Bu yıl içerisinde Osmanlının yeni başkenti İstanbul olmuştur.

Topkapı sarayının etrafı yüksek surlarla çevrili korunaklı bir saraydı.    Topkapı sarayının kapıları doğan güneş ile açılıp batan güneş ile kapanmaktaydı.    Sarayın bir çok kapısı bulunmakta olup Bu kapıların en özeli ve en anlamlısı ise Babüsaaded`dir. Babüsaade, Topkapı sarayının orta kapısıdır. Bu kapının ardında sadece Padişah ve yakınları yaşamaktaydı.    Yani herkesin rahatça girip çıktığı bir kapı değildi. Gösterişli bir mimariye sahip olan bu methale Akağalar Kapısı veya Arz Kapısı da denilmiştir.

Saadet Kapısı, Divan-ı Hümayün`den sonra karşımıza çıkan ve Divan Avlusunun sonunda yer alıp, 2. Avludan 3. Avluya geçiş kapısıdır.

Simgesel özelliği nedeniyle sarayın en önemli kapısı Bâb-üs Saade`dir. Divan meydanı ile Enderû n okulunun ve padişah dairelerinin yer aldığı III. Avluya geçişi sağlayan bu kapı, Birun ile Enderû n`un düğüm noktası olması ve culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir.Önünde saray törenlerinin yapılacağı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde yapıldığı bilinir.Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümâyû n burada törenle teslim edilirdi. Divan`ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir .

Bâbüssaâde`nin görünüşünün değiştirilmesi Sultan I. Abdülhamid devrinde (1774-1789) olmuştur. Kapı kemerinin üstünde yer alan on beş beyitlik manzum kitâbedeki mücevher tarihe göre bu değişiklik (1774-75) yapılmıştır. Bunun üstünde de Sultan II. Mahmud`un hattı ile besmele-i şerife ve kemerin kilit taşında Râkım Efendi tarafından çekilmiş Sultan II. Mahmud`un tuğrası bulunmaktadır. Çifte kapı halinde olan Bâbüssaâde`nin sağ tarafında uzanan mekân Bâbüssaâde Ağası Dairesi, soldaki ise Akağalar Koğuşu`dur.

Bâbüssaâde, bütün Osmanlı tarihi boyunca yeni padişahların cülû s törenlerine sahne olmuştur. Hava şartları ne olursa olsun taht bu kapının önüne konulmuş ve padişah olacak şehzade bu kapıdan geçerek tahta oturmuştur. Bu şekilde resmen sultanlığı ilân edilmiş, devlet ileri gelenleri de kendisine burada biat etmişlerdir. Burada cülû s töreni yapılan son padişah VI. Mehmed Vahdeddin olmuştur. Bayramlarda ise yine bu kapının önüne 'bayram tahtı' adı verilen taht konuluyor ve hünkâr tebrikleri burada kabul ediyordu. Bu törenin Abdülaziz`in saltanatının ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Savaş zamanlarında ise padişahın, 'sancak-ı şerif'i serdar olan başkumandana burada teslim etmesi usuldendi. Muhafaza edildiği yerden özel törenle çıkarılan sancak, Bâbüssaâde`nin önünde günümüzde de mevcut olan belirli bir yere dikilirdi. Sancak gönderinin yere çakıldığı yuvanın üstü bir mermer ile kapalı durmaktadır. Yeniçerilerin 1826`da son ayaklanmalarında sancak-ı şerif son defa çıkarılarak burada bütün İstanbul halkının yeniçerilere karşı birleşmesi kararlaştırılmış, bu şekilde başlayan 'Vaka-i Hayriyye', Yeniçeri Ocağı`nın tarihten silinmesiyle sonuçlanmıştır.

Padişahın evi sayılan Enderun Bâbüssaâde`den başladığından hiçkimse buradan öteye geçemezdi. Bâbüssaâde`nin Osmanlı tarihi boyunca iki defa aşıldığı bilinmektedir. Bunlardan ilki, 1031 Receb ayında (Mayıs 1622) Sultan II. Osman aleyhindeki ayaklanmada olmuştur. Sadrazam Dilâver Paşa ile Defterdar Bâki Paşa ve daha birkaçkişinin başlarını isteyen isyancılar ikinci avluya kadar girmişler ve olumlu cevap alamayınca Bâbüssaâde`yi açtırarak Enderun`a girmişler, I. Mustafa`yı padişah ilân ettirmişlerdir. İkinci defa ise 1807`de Rusçuk âyanı Alemdar Mustafa Ağa`nın (sonra Paşa), tahtından indirilmiş olan III. Selim`i kurtarma teşebbüsü sırasında Bâbüssaâde geçilmiştir. IV. Mustafa`nın emriyle kapatılan kapıyı Alemdar baltalarla kırdırarak açtırtmış, fakat III. Selim`i kurtaramamıştır. Yine Bâbüssaâde önünde IV. Murad 1632`de âsi yeniçerilerle kapıkulu sipahileri tarafından üçdefa ayak divanına çağrılmıştır. Bunlardan birincisinde (19 Receb 1041 / 10 Şubat 1632) Sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa tam kapının önünde âsiler tarafından öldürülmüştür.

Bâbüssaâde önündeki revakın herhalde 1774`te değiştirilmesiyle bugün görülen ve ileri avluya doğru taşan sayvan veya saçağa sahip olmuştur. Ancak daha önce buranın mimarisinin ne biçimde olduğu bilinmemektedir. Cülû s ve bayram törenlerinde taht bu kapı önüne konulduğuna göre üstünde yine de bir sayvanın bulunması gerekir. Nitekim XVI. yüzyıl sonlarında tertiplenen Hünernâme`nin bir minyatüründe Bâbüssaâde`nin önündeki revak kemerlerinin aynı mimaride devam ettikleri, fakat tam girişin üstünde geniş saçaklı kurşun kaplı bir kubbenin varlığı açıkça bellidir. Barok üslû bunda başlıklı ve yüksek kaideli mermer sütunlara oturan bu sayvanın tavanının evvelce ahşap kubbe biçiminde olduğu, saraydaki III. Selim devrine ait ve bayram törenini tasvir eden bir yağlı boya tablodan anlaşılmaktadır. Yine bu tabloda sayvanın iki yanındaki kemerlerin barok üslû pta süslemeli oldukları ve kapının iki yanındaki duvarlarda birer mermer çeşme bulunduğu da görülür. Bugün bu kemerlerle, 1940-1944 yılları tamirlerinde parçaları ele geçen çeşmeler yoktur. Eski revak kesilerek yapılan sayvan Melling`in gravüründe şimdiki biçimi ile görülür. Saçak altındaki duvarların üst kısımları XIX. yüzyılda manzara resimleri ile süslenmişti. Bunlardan bazıları hâlâ durmaktadır. Kapının iki yanındaki duvarlara ise yine aynı devirde göz aldatmacalı, ileri doğru uzanır iki yarı sütunlu yol biçiminde birer resim yapılmıştı. İdareciler tarafından zevksiz görülen bu resimler 1940`ların tamir çalışmaları sırasında kazınarak yerleri şimdiki kırmızı boya ile kapatılmıştır.

Bu kapının önünden geçerken bir de bu gözle bakalım. Şimdi Topkapı sarayını gezerken rahatça girebildiğimiz bu kapının tarihte ender kişilerin girebildiğini tekrardan hatırlayalım.

Bu hususta R. Ekrem Koçu şunları yazar: 'Enderû n-ı Hümâyun`a, padişahın mahremiyetine açılan bu kapıya halk bir nevi kutsiyet vermişti. Osmanlı tarihinde ihtilâl dalgaları ekseriya, sarayın şehre açılan büyük kapısı Bâb-ı Hümâyun`u, birinci avluyu, Bâbüsselâm`ı ve ikinci avluyu aşmış ve Bâbüssaâde önünde durmuştur. Bâbüssaâde`den girilince... karşıya Arz Odası çıkar. Burası, padişahların vezirleri, devlet erkânını ve yabancı devlet elçilerini huzuruna kabul ettiği yerdir. Protokol gereğince huzura çıkabilecek zevât, Bâbüssaâde`den içeri girebilirdi, fakat Enderun`un hiçbir yerini göremezlerdi. Arz Odası`ndan gayri bir yerde, eğer izn-i şâhânesi yok ise, sadrazam dahi padişahı göremezdi ve sadrazamlar dahi huzura kabullerinden gayri zamanlarda adımını Bâbüssaâde`nin eşiğinden içeriye atamazdı. Padişahın ismen tasrih ve davet etmesi şartıyladır ki herhangi bir kimse sıkı nezaret altında Bâbüssaâde`den içeriye alınır ve hükümdar kendisini Enderun`un hangi dairesinde bekliyorsa oraya götürülürdü.'