Türk Ocaklarını bilir misiniz?

Genel Merkezi Ankara`da bulunan ocak, Türk fikir ve siyaset hayatında iz bırakan çalışmaları İstanbul`da yapmıştır. Beyazıt`tan Sultanahmet`e doğru Divanyolu caddesinde aheste aheste, Türk tarihinin muhteşemliğini soluklanırken, sağda Kubbe Altı Akademisi, Birlik Vakfı ve Köprülü Kütüphanesini solda ise Sinan Paşa ve Rüstem Paşa Medreseleri ile meşhur Çemberlitaş`ı geçtikten sonra Türk Ocağına varılır. II. Mahmut Han`ın Türbesinin de bulunduğu bu mekânda son yüz elli senelik tarihimizin çok önemli şahsiyetleri yatmaktadır. Ocağın iki kapısı vardır. Hangisinden içeri girerseniz girin muhteşem bir hüzün ve huzurla karşılaşırsınız. Belki de dünyada insanların ürkmediği, irkilmediği ve korkmadığı yegâne mezarlık burasıdır. Bunun nedenini çok düşündüm. Ve muhteşem mimariye bağladım. Gerçekten de buradaki anıt mezarların her biri bir sanat şaheseridir.

Burada yatan şahsiyetlerin, vefat etmiş olduklarını düşünmezsiniz. Onlar sizinle sohbet etmekte, siz de onları dinlemektesiniz. Müderris Rasih Efendi orada Çanakkale`ye gönderdiği son erkek torunuyla gurur duymakta ve 'evlatlarım Çanakkale`ye' diyerek gençleri yönlendirmektedir. Şeyh Bedrettin orada bir şeyler anlatır. Belki de döneminin en büyük âlimi olarak, mezarının neden virane olduğunu sorar. Hamdullah Suphi Tanrıöver önemli nutuklar çeker. Ziya Gökalp ise konaktan, apartman dairesine geçişimizin yani imparatorluktan, ulus devlete dönüşümüzün hüznünü ve çarelerini sanki bize anlatır.

İşte buraya, Türk ocağına vakti zamanında bir Mehmetçik gelmiş. Ocağın Sultanahmet Camii, Ayasofya ve Topkapı Sarayı tarafındaki giriş kapısının, sağındaki mermerin üstüne şafağı ile künyesini düşmüş: '60/2 TERTİP, GEL 315 GÜ N GEL. MUHARREM ALMAZ, SİVAS,24/03/1981' Muharrem Mehmetçik ortaya bir de kalp resmi kondurmuş. Belki yavuklusu vardı, bekli de hayalini kuruyordu. Mehmetçik mermeri ne ile kazıdı? Bu ne kadar sürdü bilemiyorum ama yaptığı çok zahmetli ve uzun zaman gerektirecek bir işti.

Her gün yüz binlerce kişi Muharrem`in şafağını kazıdığı mermerin önünden geçer. Askerlik yapmayan hiçkimse bu yazının derinliğini ve değerini anlayamaz. Hatta mermeri kazımasını ve bunun için harcadığı zamanı anlamsız da bulabilir.

Ancak kışlaya varıldığında Muharrem`in çabasının önemi anlaşılıyor. Çünkü 'şafak türküsü' bütün askerlerin ortak yazgısıydı ve kışlada ifade edilmesinin onlarca biçimi vardı.

Kolordu Karargâhına bağlı bölüklerin bahçesindeki yeni verniklenmiş tahta banklara oturmamızla birlikte, görevli askerin: 'Oturmak yasak hemşerim' ikazıyla bakışlarımız sesin geldiği tarafa yöneldi. Niye yasak kardeşim diye sorduğumuzda aldığımız cevap 'şafak yüzünden' şeklinde oldu. Biraz daha soruşturduğumuzda yeni olan bankların başındaki nöbetçi askere komutanının gelen-giden askerlerin şafak yazmamaları için emir verdiğini anladık.

Emri alan asker, emrin demiri kesmesi misali, banklara oturacak olan askerlerin şafaklarını yani terhis olmalarına kaçgün kaldığını yazacakları kaygısıyla, oturmayı da yasaklayacak biçimde emri genişletmişti.

Gerçektende kışlada şafak yazılmadık hiçbir yer kalmamıştı. Banklar, ağaçlar, ranzaların demirleri, asfaltın ve telefon kulübelerinin üzerleri. Bot, kep içleri, kamuflajlar, tuvalet kapı ve duvarları, vitrindeki talimat tablolarının arkaları, bilgisayar ekranları; akla hayale gelecek her şeye askerler tezkere almaya kaçgünlerinin kaldığını yazıyorlardı. Kışla kavramına göre tezkereye kaçgün kaldığına şafak, izne gidecekleri güne ise mehtap adı verilmişti.

'Şafak kaç' sorusu en çok sorulanlardandı. Askerler arasındaki diyaloglardan da en çok konuşulan konuların başında da şafak muhabbetleri geliyordu. Bir askerin diğerinden bir gün önce terhis olması bile önce gidecek olana psikolojik bir üstünlük sağlıyordu. Diğerinden önce gitmekle adeta ona gün takmıştı.

Bazen de içtimalarda terhisine az zaman kalan asker öne çıkarak 'Bölük kes sesi. Şafak dinle.' dikkat çekme cümlesinin ardından, 'Alınmaca, darılmaca yok. Şafağım şu kadar. Zoruna gidenin borusuna girsin' sözleri sık sık işitilir. Bazı askerler de tertibinin bir üst devresinin şafağını söylemek için öne çıkar.

Hemen hemen her askerin bir şafak defteri var. Benim zamanımda uzun dönem askerlerde bu defterler 550 kısa dönemler için ise 243`ten başlatıyor. Şimdi askerlik daha da kısaldığı için gün sayıları şafak defterlerinde daha da az. A-4 dosya kâğıdının yarısı ebadında olan bu defterleri satın alan askerler her eksilen günü özene bezene karalıyor ya da işaretliyor.

Askerlerin bir kısmı da kendileri kâğıttan yaptıkları şafak defterlerine işaret koyuyorlar. Kışlada kullandıkları bilgisayarlarda adeta hizmetlerinin bir kısmını şafağa adamışlar. Daha önce bilgileri girilmiş olan askerin adı-soyadı ekrana yazıldığında şafağının kaçkaldığı hemen karşısına çıkıyor.

Kışlada şafak yani terhis günü 99`a indiği zaman arkadaşları tarafından, şafağı yüzden aşağıya inen asker koğuşların önünde ıslanır. Şafak il plakalarına indiğinde bu sefer hemen hemen herkesin elinde illere ayrılmış bir Türkiye haritası bulunuyor. Her akşam itinayla bir il karalanıyor. Öyle ki karalama işlemi mütemadiyen uzatılıyor. Zamanı uzatmak için bazıları da siyahın üstünü kırmızı kalemle boyayarak, boyadıkları ili daha da belirginleştiriyorlar. Her gün özene bezene açılan, karalanan ve katlanan Türkiye haritasının tümünün karalanmasından sonrada asker: 'alınmaca, darılmaca yok. Şafak doğan güneş' diyerek yeni doğan günle birlikte tezkereye gideceğini ilan ediyor. Kışlaların her yerinde bu ve buna benzer söyleyişlere rastlamak mümkün.

Şafağı çok olan askerlere, az olanlar hitap şekline göre 'senin/onun şafağı karanlık' diyor. Az olanlar ise kendilerini öne doğru çıkartarak, biraz da böbürlenerek 'Şurada şafak cart-curt etmiş.' diyorlar. Yani tezkereye az kaldığını ima ediyorlar.

Ben şafak saymadım. Şafak defteri de tutmadım. Plakaya göre il il Türkiye haritasını da işaretlemedim. Çünkü ciddi ciddi şafağını hesaplayan bir asker zaman içerisinde günlerinin geçmediği ve askerliğinin bitmeyeceği düşüncesine kapılarak, kendisini gereksiz yere stres ve gerilime sokabiliyor. İl plakalarına düşüldüğünde bu durum daha da belirginleşiyor. Artık en fazla sorulan sorulardan birisi 'Bu askerlik biter mi ?' ya da 'Bu askerlik ne zaman bitecek ?' soruları oluyor.

Terhise ne kadar az süre kalıyorsa, kalan zamanın geçmesi de asker için o denli zorlaşıyor. Türkiye haritası ile birlikte askerler için zamanda sanki duruyor. Geceleri bazen gözlerini üst ranzanın demirlerine ya da tavana dikip saatlerce düşünüyorlar. Gündüzleri ise banklara oturup karşı dağlara, tepelere bakarak dalıp gidiyorlar. Bütün bunlar olurken genelde en yakın dostları da ciğerlerini parçalarcasına içtikleri sigaralar oluyor.

Hele o son gece yok mu? Gözlere uyku girmeyen, sabahı olmayan son gece. Hatta askerlerin uyumak istemediği, sabaha kadar en yakın arkadaşları ile sohbet etmek isteyip de doğan günü beklediği gece.

Sabah olduğunda tezkereye gidecek olan asker son hazırlıklarını yapar. Valizini hazırlar. Eşyalarının bir kısmını kalan arkadaşlarına bırakır. Bayramlıklarını giyer gibi giyinip kuşanır ve içtima alanında yerini alır. İçtimadan sonra önce bölük komutanlarıyla, sonra diğer komutanlarla daha sonra da kalan arkadaşlarıyla helalleşerek, helalliklerini alır.

O andan itibaren içtima alanına muhteşem bir duygusallık, hüzün, ayrılık acısı ve beş yüz elli günün tüketilişinin verdiği gurur ve mutluluk çöker. Teskere alan askeri uğurlamak için arkadaşları komutanlarından izin alır. Komutanlar da izin verir. İçlerinden birisi askerliği biten arkadaşının valizini ya da çantasını nizamiyeye kadar taşır.

Nizamiyede terhis olar asker ortaya alınır. Hep bir ağızdan 'Şinav vaziyeti al.' komutu verilir. Tezkereci bir-ki diyerek şinav vaziyeti alır. Palaskaları elde bekleyen diğer arkadaşları terhis olanın askerliğe başladığı aydan itibaren sırasıyla saymaya başlarlar. Ayları okurken aynı zamanda ellerindeki palaskalarla da sırtına vururlar. Askerliğin bittiği ay söylendiğinde asker ayağa kalkar. İçlerinden terhis olandan sonra ilk terhis olacak asker birazdan nizamiyeden çıkacak olan ve on sekiz ayı birlikte paylaştığı arkadaşına bir şamar ya da tokat atar. Atılan bu tokat 'Özgürlük tokadıdır.'

Bundan sonra duygular volkan misali patlar. Gözlerden oluk oluk akarcasına yaşlar boşalır. Sevgi olur akar gider. Kucaklaşmalar, helalleşmelerle asker sevgiden ve dostluktan kurduğu kışladaki sosyal grubundan koparak, aylarca hasretini çektiği diğer bir sosyal grup olan ailesine doğru yol alır. Büyük ve güzel duygusal karmaşa içerisinde beş yüz elli gün önce tereddütlerle girdiği nizamiye kapısından dışarı çıkar.

On sekiz ayın sonunda artık o yine askerlerin tabiriyle 'Hür general..!' olmuştur.