Günümüzde neredeyse kimse sıradan soğuk algınlığı yaşamıyor. Nezle veya grip tabirleri tarihe karıştı sayılır. Ü st solunum yolu enfeksiyonları H1N1, Influenza ve Adeno gibi afilli virus adlarıyla ifade ediliyor. Geçtiğimiz yıllarda dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgını, grip virüslerinin pek çok çeşidini tanımamızı sağladı. Ancak salgın sürecinin, virüs çeşitlerini tanımamızı sağlamaktan öte bazı olumlu toplumsal sonuçları da oldu. Bunlardan biri on yıllardır yükselişte olan bireyciliğin sorgulanır hale gelmesidir. Toplum sağlığı, karantina ve sosyal mesafe gibi kavramlar her ferdin birlikte yaşadığı insanlara karşı sorumlulukları olduğunu  yeniden hatırlattı. Şahsi kararlarımızın sadece bizi değil tüm cemiyeti hatta tüm insanlığı etkileyebileceğini ve kişisel özgürlüklerin toplum yararına feda edilebileceğini yaşayarak öğrendik. Böylece son yüzyılda bilhassa Batı medeniyeti tarafından kutsanan bireyciliğin tahtı sallanmış oldu. 

Bireyin devlet otoritesi karşısındaki konumu Sokrates`ten beri tartışılıyor olsa da modern bireyciliğin temelleri Aydınlanma çağında atılır. Bir sosyal teori olarak bireycilik devlet ve toplum otoritesine karşı şahsi özgürlükleri savunmaktadır. Amerika da Demokrasi Ü zerine kitabının yazarı, tarihçi Alexis de Tocqueville`e göre ortak sorumluluklardan ziyade her bireyin düşünce ve eylem özgürlüğü bir toplumun en önemli değeridir. İhtilal sonrası Fransa`da doğan ve İngiltere`de gelişen bireycilik 19. yüzyılda Batı Avruda`dan Amerika`ya sıçrayarak Amerika Birleşik Devletleri`nin  temel değerlerinden biri haline geldi. Öyle ki, ekonomik liberalizmle birlikte artan kişisel özgürlük mücadelesi Amerikan toplumuna münhasır bir değer olarak görüldü. Ardından küreselleşmeye bağlı olarak daha geleneksel toplumları da etkileyerek tüm dünyada ivme kazandı.  Türkiye de bu etkilenmeden nasibini aldı elbette. Geleneksel geniş ailelerden, önce çekirdek aile yapısına sonra yalnız yaşam formuna geçildi. Mimaride bireysel hayata imkan sağlayan tek odalı veya odasız konutlar tasarlandı. Mahalle baskısını yokedecek şekilde kalabalık fakat komşuların birbirinden haberdar olmadığı siteler inşa edildi. Böylece muhafazakar Türk toplumunda bile bireyciliğin hegemonyası kabul edildi.

Şerif Mardin`in 2007 yılında ortaya attığı mahalle baskısı kavramı toplumun bireye müdahalesini ifade etmek için kullanılmaktadır. Genellikle olumsuzlanan bu kavram bireysel özgürlüklerin önünde bir engel olarak görülmekteydi. Göz devirme, ayıplama, kınama hatta sözle uyarı gibi eylemlerle kendisini gösteren mahalle baskısı adeta demokratikleşme yolunda Türkiye`yi geri bırakan sebeplerden biriydi. 

Peki Covid-19 salgını ferdiyetçilik ve cemiyetçilik kavramlarının toplum tarafında algısını nasıl değiştirdi? Salgına dek bireycilik, üstün medeniyet elçileri tarafından gelişmişliğin bir nişanesi kabul edilmekteydi. Henry David Thoreau`nun Sivil İtaatsizlik kitabına başlarken kulandığı 'en iyi yönetim, en az yönetendir' aforizması toplum baskısı ve devlet otoritesi karşısında kişisel özgürlük mücadelesi için dayanak noktasıydı. Oysa salgın sürecinde ve sonrasında devlet otoritesinin ferde müdahalesi elzem kabul edildi. Mahalle baskısının en çok hissedildiği alan kılık kıyafet serbestisiydi. Yıllardır kimsenin bir diğerinin ne giydiğine veya giymediğine karışamayacağı savunulurken birden maskeyle örtülmeyen bir burun toplumun ortak derdi oldu. Covid salgınına dek bireysel özgürlükleri sonuna kadar savunan çevreler bile devletlerin totaliter sayılabilecek tedbirlerinin destekçisi oldu. Zira araştırmalar bireyselliği önceleyen ülkelerin salgınla mücadelede başarısız olduğunu ortaya koymuştu. Johns Hopkins Ü niversitesi Tıp Fakültesinde yürütülen ve 94 ülkeden alınan verilerin değerlendirildiği araştırmaya göre bireyci topluma sahip ülkelerde salgından etkilenme ve ölüm oranları daha yüksek seyretti. Salgın süresince örnek gösterilen Yeni Zelanda ve Tayvan`ın başarısı, toplum faydasını şahsi özgürlüklerin önünde tutan sosyal politikalarına bağlandı.

Salgın döneminde bilimsel araştırmaların yanında basın ve medya yoluyla vatandaşlara toplum bilinci aşılayan yayınlar yapıldı. Bazı akil kişiler ve sanatçılar aşı olmanın ve tedbirlerine uygun davranmanın bir vatandaşlık görevi hatta insan olmanın bir gereği olduğunu ekranlardan anlattılar.   Öyle ki, başkalarının sağlığını korumak için evden çıkmamak ve izole olmak örnek davranışlar sayıldı. 'Benim hayatım, benim kararım' mottosu geçerliliğini yitirmeye başladı. İnsanlığı etkileyen bir felaket karşısında alınan bu ortak tavır bazı kavramların yeniden tanımlanmaya muhtaçolduğunu da gösterdi. 

Salgın boyunca alınan tedbirler kapsamında bireysel özgürlüklere yapılan toplumsal müdahalenin en ilginçyanı bu tedbirlerin medeniyet ve insaniyet ölçütü haline gelmesiydi. Zira evde kalanlar veya aşı olanlar gururla bunu ifşa ederken tedbirlere uymayanlar ilkellikle suçlandı. Amerika`da ve Avrupa`da bireysel özgürlüklerini tehdit ettiği gerekçesiyle iktidarın salgın tedbirlerine uymayan hatta toplu protestolar düzenleyen vatandaşlar bu kez özgürlük savaşcısı değil bencil cahiller olarak gösterildi. Bu vatandaşların talepleri de kişisel özgürlük mücadelesi değil, hezeyan kabul edildi. Böylece toplumculuk ve digerkamlık yeniden bir medenilik ölçütü olarak gündemimize geldi. Mahalle baskısı yerine 'duyarlılık' ifadesi kullanılır oldu. 

Salgın sonrası sosyal hayat dinamiklerinin yeniden şekillenmesinde, tedbirler süresince edindiğimiz tecrübelerin etkisi görülmektedir. Bugün toplu ortamlarda gürültülü bir şekilde öksüren ve hapşıran insanlara rahatlıkla göz devirebiliyorsak. Hatta ayıplayıp sözlü uyarıda bulunuyorsak, bunda salgın sürecinde gelişen diğerkamlık refleksinin payı vardır.  Olumsuz bir durumu bertaraf etmek için muhtaçolduğumuz toplum bilinci, olumlu değerlerin inşasında da kullanılabilir.  Toplumun beden sağlığı mevzubahis olduğunda gösterilen  'duyarlılık' ruh sağlığımızı tehdit eden durumlar için neden gösterilmesin?