“Kendi hakikati olan bir müzik, onu anlamak için bakışlarımızı kendisine çevirmemizi, onun gönderdiği değil, gösterdiği anlama yönelmemizi bizden bekleyen müziktir.” (Theodor W. Adorno)

Modern dünyanın içinde hızla değişen, değişirken de dönüşen ve dönüştüğü her yeni şeklin etki alanını kolayca genişletebilen; yeme-içmesinden giyimine, eğlenme biçiminden müziğine kadar her alanda çok küçük bir azınlık dışında büyük bir kesime kendini kabul ettiren bir toplumsal düzen yahut düzensizlik… İçinde bulunduğumuz dönemi böyle kaotik bir çerçeveye almak her ne kadar üzücü ve biraz da rahatsız edici olsa da ne yazık ki gerçek bu. Bu iç karartıcı gerçekliğin içinde, derin anlamları ve “kendi hakikati” olan bir müziği arayan yahut geçmişteki örneklerine özlem duyan, toplumun küçük bir parçasının içinde yer alan biri olarak; son dönemlerde müziğin karakterine fazlasıyla uzak, anlamını yitirmiş, yalnızca ritimle kendini var etmeye çalışan enstrümansız bu müzik “ruhumuzu yordu” desem yanlış olmaz sanırım. 

En çok dinlenenler listesinde ilk sıralara yerleşen şarkılara baktığımızda anlamdan ve enstrümandan yoksun, ezberi kolay ama derinliği olmayan cümlelerle oluşturulmuş “basit” şarkılar çıkıyor karşımıza. Ve bunlar milyonlarca kez dinleniyor. Yolda, sokakta, araçların içerisinde yüksek sesle çalınan bu şarkıları dinlemiyor ancak “maruz” kalıyoruz. Peki, anlam neden bu kadar yok oldu, müzik neden hakikatini aramaktan vazgeçti? 

Her şeyin kolaylıkla üretildiği günümüzde üretilen bu çoğu “kalitesiz” ürünlerin tüketimi de çok hızlı oluyor. Tıpkı bir elbise gibi, kumaşının kalitesine çok bakılmadan seri bir şekilde üretiliyor, hızla “trend” oluyor, kısa bir süre içinde çıktığı zirveden de yine çok kısa bir süre içinde düşüveriyor her şey. Herkes çok özgün olduğu düşüncesiyle, kendi “özgün”ü yaratmak yerine kendisine sunulanı alıp -sevse de sevmese de, yakıştırsa da yakıştırmasa da- kopya bir şekilde onu üzerine geçirince güya “özgün” olan her şey koca bir “aynılık” içinde yitip gidiyor. Hal böyle olunca kopya zevkler ve kopya yaşamlar ortaya çıkıyor. “Ruhun gıdası” diyerek baş tacı yaptığımız müzik de bundan payını alıyor şüphesiz.

Çok değil bundan en fazla elli yıl öncesinde üretilen şarkılara baktığımızda bile anlamı ve enstrümanı bulmak mümkünken yarım asır içinde özellikle müzik anlamında geldiğimiz nokta koca bir boşluk gibi…

“Nostalji” diye adlandırdığımız eskiye ve geçmişe ait olana duyduğumuz özlem, belki de bu boşluktan kaynaklanıyor. İnsan anlamlı bir söz, ruhu okşayan bir enstrüman, türkülerdeki sevgi, özlem ve hüznün damakta bıraktığı bir tat yahut katıksız, tertemiz, el değmemiş bir ezgiyi arıyor. Arıyor da adeta piyasanın ürünü olmuş, mana aramaksızın oluşturulmuş söz yığınlarının enstrümana bile gerek duymadan dijital ortamda üretilen müziklerle bir araya gelerek oluşturduğu hızla tüketilen bu “şarkı çöplüğü”nün içinde aradığını bulamıyor.

Tam da burada “nostalji” umut oluyor bize. “Geçmişin farklı yanlarını korumak, görünür kılmak ve algılatmak isteyen nostalji, yabancılaşmayı kendisine varlık nedeni edinmiş modern toplumlarda, hâlâ yitirmediğimiz "insan" yanlarımızın yarına saklanabilmesi için bir umut olmak ister.” diyor Ünsal Oskay.

İçinde kaybolduğumuz bu kopya yaşamların getirdiği “aynılık” içinde farklı yanlarımızı koruma, biricik ve özgün olana ulaşma çabası yolunda vardığımız nokta oluyor "nostalji". Bugünde bulamadığımız anlamı orada arıyor; derinliği ve hikâyesi olan sözlere dokunan güzel enstrümanların ahenkli bir biçimde oluşturduğu hisli ezgilerle orada vuslata eriyoruz. Adorno’nun “kendi hakikati olan” müziğini orada bulup manâsı ve bizi çocukluğumuza, gençliğimizde, geçmişimize götüren melodileri orada dinliyoruz.