Son dönemlerde hayatımızı tehdit edecek üç tehlikeden söz ediliyor: virüsler, doğal afetler ve kıtlık. Bu üç tehlikenin yakın tarihte bütün dünyayı etki altına alacağı ve göçlere, çatışmalara ve kitlesel ölümlere sebebiyet verebileceği söyleniyor.  Küresel sistemin dümenini çevirenler geleceğe dair karanlık bir tablo çiziyor ve dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde güneyinde yaşayan tüm insanlar bir korku sarmalının içine doğru çekiliyor. Bir belirsizlik hâkim ve korkuyoruz.  Bahsi geçen tehlikenin yapay bir korku mu yoksa bütün dünyayı etkileyecek bir felaketin önsesi mi bilemiyoruz. Fakat kulaklarımıza çarpan ifadeler huzurumuzu kaçırıyor ve ruhsal bütünlüğümüz bozuluyor,  direncimizi kaybediyoruz. 

Bilimsel çevreler yakın tarihte vuku bulacak depremlerin, sel felaketlerinin, yangınların ve iklimsel değişime bağlı olarak ortaya çıkacak kıtlığın ayak seslerinden bahsediyor ve önlem almamızı istiyorlar. Emekliliğe hak kazananlar ya da işini evinde sürdürme fırsatı bulanlar kırsal alanda kendilerine bir yaşam alanı kurmak için harekete geçiyor ve şehri terk ediyorlar. Ancak insanların çoğu yeni bir hayat için elverişli imkânlara sahip değiller ve korkulara teslim olup şehrin kahrını çekmeye razı oluyorlar.

Güvenlik ihtiyacımız hiyerarşisinin zirve noktasında yer alır ve dış tehlikelere karşı evi inşa ederiz. Fakat artık afetler, kentli evleri, kapılara taktığımız güvenlik kameralarını ve korunakları delip geçiyor ve şehri terk edip toprakla bütünleşmiş tek katlı evlerde yaşamayı hayal ediyoruz. Peki, şehirlerin yeniden inşa edilip yerleşik düzenin korunması mümkün olamaz mı? Bu mümkün değil mi?

Şu günlerde umut bağladığımız şehirlerde kendimizi güvende hissedemiyor ve kırsal alana dönüş yapmak için fırsat kolluyoruz. Birkaç yıl öncesine kadar toprağı çile olarak gören ve yoğun iş koşullarına rağmen kent yaşamını tercih eden insanlar artık köylere göç etmek için hazırlanıyor doğal yaşama uyum sağlayabilmek için kurslara katılıyor, eğitim alıyorlar.

Ev kendimizi güvende hissettiğimiz mekân, dış tehditlere karşı korucuyu bir kalkan... Fakat artık ev felaketler karşısında görevini ifa edemiyor ve virüslere evlerimizde yakalanıyoruz,  cesetler evlerimizin yıkıntıları arasından çıkarılıyor. Evi yeniden güvenli hale getirebilmek için çare arıyoruz.

Öksürmenin bomba etkisi yaptığı günlerden geçtik ve maskeleri çıkaracağımız tarihi büyük bir heyecanla bekledik. Ağır travmaların, yasların yaşandığı üç yılın ardından virüsle barıştık ve nefes almanın, öksürmenin, hareket etmenin özgürlük olduğunu kavradık. Özgürlüğün hayatımızın tamamını kapsayan bir bütün olduğunu anladık. Pandemi döneminde perdenin arkasına ittiğimiz hayallerimizi gün yüzüne çıkarmaya çalışırken her şey başa sarıldı ve yeni korkularla karşılaştık. Virüsün farklı varyantlarından, iklimsel değişimden, yangınlardan, sel felaketlerinden, kuraklıktan ve kıtlıktan bahseden haberlerin ardı hiç kesilmedi ve güne taze korkularla başlar olduk.

Elli yıl önce sorunlarımız hane içinde konuşulur ve tartışılırdı. Bugün ise her şey küresel ölçekte yaşanıyor ve dünya küçüldükçe bizi güçlü kılan yerel zenginliklerimizi kaybediyoruz. Sanırım üretilen korkuların hayatımızı bu kadar fazla etkilemesinin nedeni de bu...