Doğum, insanın doğayla kurduğu en eski, en güçlü bağdır. Bu bağ, kadının bedeniyle, doğanın döngüsüyle ve hayatın soluk alıp vermesiyle dokunur.

Ne yazık ki bugün, bu doğal mucize; "modernlik" örtüsü altında sunulan, doğadan uzak, soğuk ve cerrahi bir işlem olan sezaryen ile sekteye uğruyor. Tıbbi zorunluluk dışında yapılan her sezaryen, doğumun değerine vurulan bir gölge düşürüyor.

Sezaryeni savunanlar, doğumu kontrol altına alma arzusunu “güvenlik” ve “konfor” söylemleriyle kamufle etmeye çalışıyor. Oysa ortada ne güvenlik ne konfor var; ortada doğumun özüne ihanet, anne bedenine dayatılan kontrol ve sağlık sistemine gömülmüş kâr hırsı var. Dünya Sağlık Örgütü, sezaryen doğum oranının %10-15 aralığında olması gerektiğini bildiriyor. Türkiye’de bu oran %60,5. Özel hastanelerde ise %77,4’e tırmanıyor. Bu rakamlar, “tıbbi gereklilik” yalanının altındaki çürümüş düzenin açık göstergesidir.

Sahi, sezaryeni bu kadar “normalleştiren”ler hangi vicdanla konuşuyor? Doğumu bir operasyon masasına bağlayan anlayış, kadının iradesini hiçe sayarken, bebeğin doğal gelişim hakkını da elinden alıyor.

Tıbbi bir gereklilik bulunmadıkça gerçekleştirilen sezaryen, ne bilime uygun ne de etik bir davranıştır. Bilimin görevi insanı doğadan koparmak değil, doğanın iç sesini anlayabilmektir. Sezaryen savunucuları ise bilimi kullanarak doğayı manipüle ediyor, kadının doğurganlığını denetim altına alıyor, bedeni tıbbi prosedürlerin nesnesi haline getiriyor.

Anne açısından enfeksiyon riski, yoğun kan kaybı, anestezi komplikasyonları. Bebek açısından solunum problemleri, bağırsak ve bağışıklık sistemi bozuklukları. Bütün bunlar ortadayken sezaryene methiyeler dizmek; ancak ya cahillikle ya da çıkar hesaplarıyla açıklanabilir. Doğumdan sonra annenin iyileşme süreci uzar, bebeğiyle kuracağı bağ zedelenir, emzirme sorunları baş gösterir. Buna rağmen hala “tercih meselesi” diyebilen bir zihniyet, insan hayatını pazarlık konusu yapmaktadır.

Tıbbi zorunluluk olmaksızın sezaryene yönlendiren her hekim, mesleğinin temel etik ilkelerini çiğner. Uluslararası Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanları Federasyonu (FIGO), tıbbi gerekçe olmadan yapılan sezaryenlerin etik dışı olduğunu açıkça ifade ediyor. Ama ülkemizde bazı hekimler, doğumu tıpkı bir “randevuya bağlanacak operasyon” gibi görerek, mesleğini bir hizmet sektörüne indirgemekte beis görmüyor.

Kadının doğum hakkı, vücudunu tanıma ve onunla barış içinde olma hakkıdır. Sezaryeni "kadının kararı" şeklinde öne sürenler, gerçekte kadını doğadan, bedeniyle kurduğu doğal bağlantıdan uzaklaştırıyor. Seçim özgürlüğü, ancak bilgiyle, şeffaflıkla ve etik tıpla mümkündür. Tıbbi gereklilik yoksa, doğumun doğal sürecine müdahale edilmemelidir. Kadının doğum deneyimi, bir zaman planlaması ya da hastane protokolüyle değil; doğanın lisanıyla, bedenin ritmiyle ilerlemelidir.

Türk Tabipleri Birliği, artık siyasi polemiklerin değil, mesleki sorumluluğun tarafı olmalıdır. Sezaryen oranlarının düşürülmesi için eğitimler, etik denetimler ve kamu kampanyaları düzenlenmelidir. Doğum, yeniden bir tıbbi işlem değil, bir hayat döngüsü olarak ele alınmalıdır.

Doğum; yalnızca bir çocuğun değil, bir annenin, bir ailenin ve bir toplumun yeniden var oluşudur. Bu var oluşa müdahale eden her sistem, yalnızca sağlık politikası değil, bir dünya görüşüdür. Ve biz bu dünya görüşünü reddediyoruz. Sezaryeni bir “tercih” olmaktan çıkarıp, tıbbi zorunluluk dışında teşvik eden her anlayışla mücadele etmeliyiz.

Çünkü mesele yalnızca doğum değil; mesele, insanın doğayla olan hakiki bağını, kendi bedeniyle olan kadim hukukunu korumaktır. Sezaryeni normalleştiren zihniyet, bu bağı koparıyor. Ve biz, buna razı olmayacağız.