Bir Bienalden Fazlası Üçüncü Yeditepe Bienali’nin bu edisyonda seçtiği tema “ Gölge varsa Işık da var”.
Biz ziyaretçileri ışık ve gölgenin birbirini tamamlayan derin ilişkisini seyre davet ediyor. Bu Bienalde sanat çerçevenin dışına taşarak hem fiziksel hem de zihinsel alanları işgal ediyor. Diğer yıllara kıyasla daha az tablo, daha çok yerleştirme ve daha fazla felsefi katmanla karşı karşıyayız. Bienal İstanbul’un katmanlı tarihine kazınmış mekânlarını yalnızca birer sergi alanı olarak değil, birer hafıza zemini olarak konumlandırıyor. Yerleştirmeler, geleneksel sanatın izlerini çağdaş acılarla buluşturuyor. Ancak bazı işler var ki, yalnızca estetik değil; aynı zamanda bir çığlık, bir direniş ve bir yüzleşme. Sirkeci Garı’nda yer alan sanatçı Enes Hakan Tokyay ‘a ait “Gölgelerin Ardında: Savaş, Algı ve Özgürlük” başlıklı enstalasyon, bu yüzleşmenin en somut hali.
Sirkeci Garı, tarih boyunca nice ayrılığa ve kavuşmaya tanıklık etti. Bu kez ise izleyiciyi bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor: Gazze’den kopup gelen, dumanı üzerinde bir hakikatle karşı karşıya bırakıyor bizi. Bombalanmış bir evin içi, tüm detaylarıyla burada yeniden kurulmuş: devrilmiş sandalyeler, yıkılmış duvarlar, isli tavanlar, paramparça olmuş bir yaşam. Bu bir kurgu değil, bir gerçeklik replikası. Ve bu gerçeklik, raylar boyunca sessizce ilerleyerek gözlerimizin önüne seriliyor.
Alegoriden Gerçekliğe
Sergi, Platon’un mağara alegorisini temel alıyor: İnsanların sadece gölgeleri gördüğü, hakikatten uzak tutulduğu karanlık bir mağara. Ancak bu kez o mağara, Filistin oluyor. Medyanın manipülasyonlarıyla çarpıtılmış gerçeklerin, sistemli suskunlukların, politik rızaların mağarası… Ve tam da bu yüzden sanatçının sunduğu o delik duvar – hem içeriden hem dışarıdan görülebilen – yalnızca bir yıkım izi değil; bir bakış alanı, bir çıkış ihtimali. Gerçekliğe açılan bir pencere.
Savaşın yalnızca tanklarla değil, anlatılarla yürütüldüğü bir çağdayız. Medyanın yönlendirdiği bilgi akışının insan algısı üzerindeki etkisini, Chomsky’nin “rıza üretimi” kavramıyla tanımladığı mekanizmayı neredeyse fiziksel olarak hissediyoruz bu alanda. Sergi, özellikle Filistin direnişinin nasıl “terör” olarak kodlandığını, mazlumun fail gibi gösterildiği yapay hakikatleri görünür kılıyor. Bu, yalnızca bir sanat deneyimi değil; aynı zamanda bir yüzleşme. Ve bu yüzleşme, sadece Ortadoğu’nun değil, insanlığın vicdanıyla ilgili.
Bir Evin Enkazı, Bir Halkın Hafızası
Duvarlara insan isimleri kazınmış. Tavan lambası yerinden kopmuş ama hâlâ sarkıyor. Televizyon eski, ama üzerine konmuş dantel örtü hâlâ orada. Her ayrıntı, yıkıma rağmen kalanları, direnenleri, unutulmayanları taşıyor. Burası sadece bir ev değil, bir halkın belleği. Sanatın burada üstlendiği rol ise belgelerden daha keskin: unutturmamak, saklamamak, göstermek.
Enstelasyondaki belki de en etkileyici an, izleyicinin o delik duvarın içinden dışarıyı görmesi. Bir yanda yıkım, bir yanda yürüyen insanlar. Bu çarpıcı karşıtlık, yalnızca fiziksel değil, ahlaki bir sınırın da altını çiziyor. O sınırdan geçenler, artık mağaranın dışındalar. Ve artık hiçbir şey, eskisi gibi değil.
Bir mahkûmun mağaradan çıkışı gibi, izleyici de bu bölümden çıkarken başka bir gözle bakıyor dünyaya. Gerçeği görmek, onu dile getirmek, suskunluğu bozmak artık sadece bir ahlaki sorumluluk değil; varoluşsal bir zorunluluk.
Sergiyi gezdikten sonra bu yazıyı yazarken zihnimde hep aynı soru yankılanıyor: Bugün Filistin’de yaşananlara bakarken gölgeleri mi izliyoruz, yoksa hakikati mi görüyoruz?
Bienaldeki bu bölüm, yanıtın peşine düşenler için bir çağrı niteliğinde. Ve eğer sanatın bir işlevi varsa, bu da tam olarak budur: Gölgeleri aydınlatmak, sessizliğe ses olmak ve insanlığı hakikatle buluşturmaktır.