Bu yazı, 26 Haziran 2001 tarihinde, Milliyet Gazetesinde, Taha Akyol`un köşesinde kaleme aldığı 'Takiyye, İrtica, Sosyoloji' başlıklı makalesine binaen o sıralarda yazmış olduğum mektup mahiyetindeki notlar esas alınarak oluşturuldu.

 

Geçen 20 yıl içerisinde değişen şeyler oldu. Bunlardan birisi de 10 Aralık 2010 resmi gazete tarihli, 2010/1092 sayılı Bakanlar Kurulu kararına göre 'Sosyolog' unvan olarak 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu`nun, 36. Maddesinin Teknik Hizmetler Sınıfı kapsamına da dâhil edildi ve sınırlı da olsa çeşitli bakanlıklara sosyologlar alınmaya başlandı.

 

26 Haziran 2001 tarihinde el yazım ile yazmış olduğum ama ilgilisine göndermediğim, 'Sayın Taha Akyol' başlıklı notlarda birtakım yargılarda bulunuyorum.  Bu yargılarımın 20 yıl sonra bugün değişmiş olmasını çok isterdim. 

 

Bu nedenden dolayı bu yazıyı okuyan ve değerlendirenlerin 'yanlışlanabilirlik' yöntemi ekseninde yazıya bakmasını temenni ederim.

 

Karl Popper`e ait olan bu anlayışın esası 'Bir şey yâda önerme yanlışlanamadığı sürece doğrudur'. tezine dayanmaktadır. Klasik bilim anlayışının 'doğrulanabilirlik' anlayışının yerine 'yanlışlanabilirlik' anlayışını koyan Karl Popper`in bu görüşü bana göre, 1950 sonrası dünyasında da pratikte hâkim olan anlayışı yansıtıyor. 

 

Bu yazıdaki görüşlerimin 'yanlışlanamadığı sürece doğru olarak kabul edilmesini', 'yanlışlanmasının da' yazıda geçen kişi ve kurumlara ait olduğunu umuyorum.

 

Taha Akyol yazısına 'bunlar da takiyyeci' söylemlerinin hâkim olduğu bir devirde, cılız ama doğru bir ses gibi gelen Prof. Dr. Sencer AYATA`nın, Erbakan`a karşı oluşan muhalefet hareketini (AK Parti Hareketi) analiz ettiği sözleri başlıyor makalesine. Ayata`nın 'Erbakan ve çevresinin otoritesine bireyselci ve liberal dinamiklerle direniş var. Yeni grup liberal dinamiklerden etkilendi. Devletçi olan geleneksel tutumu bırakın, piyasayı vurgulayın` mesajı aldı. Kuşak farklılığı da var. Yeni grup, tabanda eğitim görmüş orta sınıfa daha yakın' ifadeleriyle başlayan yazıda söz sosyoloji Profesörü Nurettin Şazi Kösemihal`e ve 1971 yılında yayınlanan 'Durkheim Sosyolojisi' isimli kitabına getiriliyor.

 

Durkheim Sosyolojisi kitabının önsözünde yer alan 'Durkheim`in ana yapıtlarından çoğu eski harflerle dilimize çevrilmiştir. Ama bilinmez neden, bugüne dek yurdumuzda Durkheim sosyolojisinin yöntemini ve sistemini tümüyle, eleştirmeli bir görüşle ele alan herhangi bir inceleme yoktur' sözleri de manidar.

 

Bundan sonra Taha Akyol kendi görüşlerine yer veriyor: 

'Meşrutiyet aydını Gökalp`ten sonra Durkheim`i unuttuk ta, Pareto`ya mı, en büyük sosyolog` Weber`e mi ilgi duyduk?

Marks da devrimci` yönüyle gündemimize geldi, sosyolog` olarak değil maalesef;

Tek Parti İdeolojisi neden sosyolojiye ilgi duymadı? Ancak yine sosyolojinin cevap vereceği zor ve karmaşık bir soru;

Zamanımızda Çevik BİR de (Genelkurmay Başkanı) Bizim sosyologlara ihtiyacımız yok, kafamızı karıştırırlar` deyince, sosyolojiyi yani toplumsal verilerle düşünmeyi dışlayan bir ideoloji tablosu ortaya çıkıyor!' sözleri ile sosyoloji ve sosyologlara dikkatimizi yöneltiyor. 

 

Bu sözler üzerine ben de 'Sayın Taha Akyol' başlıklı yazıyı kaleme alıp onun makalesine iliştirmişim. Arşivimde duran ama Taha Akyol`a da göndermediğim daha çok sosyologların sorunlarını ve sosyologlara karşı olan meslektaş ilgisizliğine vurgu yaptığım mektup şu şekildedir:

 

'Sayın Taha Akyol,

Ben İstanbul Ü niversitesi Sosyoloji Bölümü mezunuyum. Yüksek lisansımı da aynı bölümde tamamladım. Halen öğretmen olarak görev yapmaktayım.

Uzun yıllardır yazılarınızı okuyarak sizi takip etmekteyim. Yazdığınız makalelerin bir kısmı doğrudan sosyolojiyi ilgilendirdiği için çok daha fazla ilgimi çekiyor. Anlıyorum ki sosyolojinin lisanına da vakıfsınız. İşin bu tarafı beni daha da mutlu ediyor ve bu nedenle yazmış olduğunuz yüzlerce makale özel arşivimde yer almaktadır.

Sizin, Türk basınında öğretici, objektif ve bilimselliği önceleyerek kaleme aldığınız makalelerinizle şu anda tek olduğunuzu düşünmekteyim.

Sizinle hasbıhal etmek istediğim mesele 26 Haziran 2001 tarihinde Milliyet Gazetesinde yayınlanan, Takiyye, İrtica, Sosyoloji` başlıklı yazınızdır. Bu yazıda sosyolojiye atfettiğiniz önem ve yaptığınız vurgu ilgimi daha çok çekmektedir.

Bana göre, Ziya Gökalp`i unutmadık. Asla unutmayacağız da.. Bizim nesil içerisinde Gökalp`le ilgilenen, onu okumaya ve anlamaya çalışan önemli bir kitle var. Max Weber`de bugün akademik ve bürokratik hayatımızda önemli yer ediniyor. Yine Marx`la ilgili daha ciddi analizler de yapılıyor. Geçmişte Erol Güngör ve Cemil Meriç`in de yapmış olduğu kayda değer değerlendirmeler var.

Fakat hazin olan bir husus var. Bu da, Türkiye Cumhuriyeti Personel çizelgesinde sosyolog` kadrosunun bulunmayışıdır. Benim de tam olarak bilemediğim bir konu ama derler ki Prof. Dr. Emre KONGAR sosyolog kadrosunu lağvettirmiş ve müdürlüğünü yaptığı, Türkiye`de de tek olan Sosyal Hizmetler Meslek Yüksek Okulu mezunları için Sosyal Hizmet Uzmanı` kadrosunu ihdas ettirmiştir. Bundan dolayı bugün sosyolog` ünvanı adı altında devlette hiçbir personel istihdam edilmemektedir.

Daha hüzün vereni ise 33 Sosyoloji bölümü (bugün 60 civarında) ile bir tane olan Sosyoloji Derneği`nin (Günümüzde 5 civarında) meseleye duyarsız kalışlarıdır. Ü niversitelerde ideolojimiz ne olursa olsun Siz her şeysiniz, memleketimizi ancak siz kurtaracaksınız vb..` söylemlerle sosyologları vatanı sevme ve ona hizmet etme bilinciyle donatan hocaların sosyolog` kadrosunun ihdası konusunda etkili olmayışlarına, mücadele etmemelerine şahit olmaktayız ve şaşırmaktayız. Hasbel kader milletvekili vb. görevlere gelen sosyologların da ilk uzaklaştıkları meslek grubu en yakın arkadaşları olan 'sosyologlardır'. Hiçbirisinin sosyologlar ve sosyoloji konusunda etkili ve sonuçalıcı çaba gösterdiğini görmedim. Bunlara sosyolog olduklarını söyleyen Ulaştırma Bakanımız Prof. Dr. Enis ÖKSÜ Z ve Milli Eğitim Bakanlarımızdan Prof. Dr. Mehmet SAĞLAM`ı da dâhil ediyorum.

Bunda sosyolojinin iktidarını elinde bulunduranların bu gücün bir kısmını devir etmek, paylaşmak istemeyişlerinin de etkisinin olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle özellikle 'sosyologluk' kadrosunun ihdası yönünde çaba göstermiyorlar diye düşünüyorum. Çünkü çekirdekten yetişenler işe dâhil olduklarında sosyolojinin iktidarını elinde bulunduranların önemli bir kısmının aslında yeterli olmadıkları da ortaya çıkacaktır.

Bu açıdan bakıldığında Çevik Bir`in Bizim sosyologlara ihtiyacımız yok, kafamızı karıştırırlar` sözleri de tutarlı gibi geliyor bana. Sosyolog kadrosunun ihdası ile kafası karışacak olan sadece paşalar olmayacaktır. Sosyolojinin iktidarını elinde bulunduranların da kafaları karışabilir. Çünkü sisteme daha iyi ve kaliteli olanların dâhil edilmesiyle alanın nitelik açısından rekabeti hızlanacak ve özellikle üniversitelerimizdeki sosyoloji bölümlerinde maaş karşılığı görev yapanların gerçek düzeyleri, yeterlilikleri veya yetersizlikleri tartışmaya açılacaktır.

  Sosyoloji bölümlerinin, derneğin, hükümet ve üst düzey devlet kadrolardaki sosyologların devlete ve hükümete sonuçalıcı öneriler getirmemelerinin nedeninin de şuur altlarında yer eden bu 'kaygı' ve 'korkularından' kaynaklı olduğunu düşünmekteyim.

 

Ü lkemizde sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve özel sektörün sosyologlara artan ilgisinin de farkındayım.

 

Mektubum, yazınızın teması ve konusundan biraz uzaklaştı. Almış olduğum formasyon ve dile getirmek istediğim soruna bağlı olarak normal karşılayacağınızı umarım. Bu vesile ile sosyolojinin ve sosyologlarımızın sorunlarına bazı yönleriyle temas etme imkânı buldum.'

 

Taha Akyol ile göndermediğim ama arşivimde kalmış olan hasbıhalimi 'selam ve saygılarımla' diyerek sonlandırmışım. 

Aradan yirmi yıl geçmiş..

Sosyologlarımızın ve sosyolojimizin bugün çok daha önemli sorunları var.

Sosyolojinin siyasete teslim olması, yerlilikten ve millilikten uzaklaşması, İstanbul Ü niversitesi Sosyoloji Bölümünün geleneğinden uzaklaşması, sosyologların istihdamı vb. sorunlar;

Bunları başka yazılarımızda ifade etmeye çalışacağız.

Şimdilik, sosyologlarımızın ve sosyolojimizin hüznünün hala devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz.