`height=

Sitemiz köşe yazarı Dr. Göktan AY`ın, Manchester Ü niversitesi, İnsan Bilimleri Fakültesi`nden kazandığı bursla 2006 yılında doktora derecesini alan, çeşitli ülkelerde maddi kültür üzerine yaptığı araştırmalarla Doç. olan, sosyal bilimci ve romancı Sn. Taçlı YAZICIOĞLU ile yaptığı söyleşiyi yayımlıyoruz;

AY: Nasılsınız? Okurlarımıza kendinizi tanıtır mısınız!

YAZICIOĞLU:  Teşekkür ederim. Biraz zor bir soru ile başladınız! Ben bir sosyal bilimciyken, yaşam boyu en çok istediği unvana kavuşmuş bir yazarım bir roman yazarıyım. Bu gecikmeyle gelen ve diğerlerinden daha çok benimsediğim unvan beni öğrencilerimden ayırsa da, zamanımı daha çok kişiye ulaşmak için kullanabilmemi, en önemsediğim konulara edebiyat sevgisiyle de yaklaşabilmemi sağlıyor. Artık ağırlıklı olarak çeşitli dergilere denemeler yazıyor ve bu sevdiğim edebi türle    fikirlerimi insanlara ulaştırıyorum. Sizin söylediklerinize, bilgisayar mühendisliği okuduğumu, lisansımda dilbilimin yüksek lisansımda tüketici toplumu ve sanat tarihinin, doktora tezimde de dijital kültürün ana eksenler olduğunu ekleyebilirim. Doğduğum ve ilk on altı yılımı geçirdiğim Adana, her ikisi de hukukçu anne ve babamın çalışmalarımın ardındaki en büyük kültürel destek olduğunu düşünmüşümdür. Aralıklarla yurtdışında okuyup, ders versem ve doktora öncesi eğitimimi Ankara`da tamamlamış olsam da, hep İstanbul`da yaşadım, yaşıyorum. İstanbul benim için dünyanın en büyülü şehri. Sizin çalışma alanlarınızdan biriyle ilgili olduğundan, belki vaktiyle bir udî olduğumu da belirtmeliyim. Uzunca bir süredir çalmaya ara versem de, müzik farklı türleriyle araştırmalarımdan gündelik hayatıma, rutinimin önemli bir parçası.

AY: Sosyal medyayı kullanıyorsunuz.  'Sosyal medyayı aktif kullanan nice felsefecimiz, sosyal bilimcimiz var. Ya o ya da öteki dediğimiz bir dünya yok artık' sözünüzle ne anlatmak istiyorsunuz?

YAZICIOĞLU:  Sosyal medyayı hem kullanıyor hem araştırıyor hem de bir etnografi laboratuvarı olarak görüyorum. Birçok önemli düşünür, çağımız bilgisinin artık disiplinler arası akışkanlığa tabi olduğunu söylediğinde, tam ne demek istedikleri anlaşılmamıştı. Oysa bizler bugün bu durumu bilfiil yaşıyoruz. Araştırmalarım sırasında 'doğrunun' değişkenliğini hepimiz birebir deneyimlerken, dünya da sosyal medya patlamasını, bir anlamda devrimini yaşıyordu. Hiçbilmediğimiz toplumsal normların ortaya çıkışını gördük ve görüyoruz. İlkin çok eleştirdiğimiz gösteri kültürünün ister istemez bir parçası olmaya başladığımız bir döneme girdik, her yeni günle yepyeni bir dünyayla karşılaşıp 'doğruluk sonrasını' bile yaşamaya başladık. Çağa uyalım derken, o çağ bizi hiçrahat bırakmadı, son üç-beş senenin sosyal medya fenomenlerini, trollerini, gücünü ve hızını görmeye başlayınca da, hani öyle denir ya, 'bir yaşımıza daha girdik'. Geçtiğimiz ay iki bölüm halinde Birikim dergisindeki bir yazıda ele aldığım bu değişimin bir kısmı, TikTok uygulamasının ortaya çıkışıyla daha hızlı ve daha zor anlaşılır bir hale geldi. O yazıları yazarken çok zorlandım, çünkü yazdığım an değişen toplumsal bir olguyla karşı karşıyaydım. Algoritmaların kısıtlamaları yüzünden kısa videolarla başka mecralarda seslerini duyuramayan ergenler, aktivistler, hatta orada yayınlanan filmlerinin festivali bile yapılan inşaat işçileri bugün artık TikTok`ta toplanıyor. Hal böyleyken değerli felsefecilerimizin, sosyal bilimcilerimizin bu değişken ve akışkan dünyaya uymaları 'doğru' arayışındaki topluma daha çok yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. O sözü söylerken konu felsefeden açılmıştı, akademisyen olmayan birçok felsefecinin videoları varken, değerli akademisyenlerimizin çok kısıtlı içerik üretmeleriyle, bu konuyu yeterince önemsemedikleri ya da ayıracak mesaiyi yaratmadıkları için katkılarının azınlıkta kaldıklarını dile getirmiştim. Sosyal medya patlamasının ilk başlarında YouTube`a video yüklemek bir ciddiyetsizlik, bir banallik olarak görülürken, şimdi bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Ya 'ciddi bir akademisyen' olacaksın ya da 'sosyal medya kullanıcısı' denilen ayrım kalkmışken, günümüzün iletişim mecrası sosyal medyaysa, niteliğin artması için akademik bilgi birikiminin orada daha aktif rol oynaması gerektiğine inanıyorum, tabii ki usulünce. Arzum, hayalim budur. Katılımcı demokrasi artık bunu gerektirmekte.

AY: Ü lkemizde önemsenmeyen 'felsefe'ye çok önem veriyorsunuz. 'Mesailerinin bir kısmını felsefeye ilgisi artmış görünen topluma da vakfetsinler' derken kimlere sesleniyorsunuz?

YAZICIOĞLU:  Haklısınız, milli eğitimimizin şu an sorgulayıcı ve araştırıcı felsefî düşünceyi yaygınlaştırma amacını gütmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer yandan, son yıllardaki gözlemim aradıklarını farklı yerlerde bulamayanlar giderek felsefeyle ilgilenmeye başladılar. Bir kısmı popüler türde olsa da yeni felsefe kitapları basılıyor, felsefe videoları bazen onbinlerce kişi tarafından izleniyor. Felsefe sanki hiçniyeti yokken kamusallaşıyor. Bunun için sosyal medyada felsefeyle ilgili yapılan paylaşımlar birer cazibe merkezi olmaya adaylar. Bildiğiniz gibi ben aynı zamanda akademisyen bir felsefecimizin ablasıyım, sözüm biraz da onaydı. Dolayısıyla felsefe dünyasına bu açıdan da yakınım. Kardeşim dahil tüm felsefecilerin kamusal alanda daha aktif olmalarını talep ediyorum. Amacım onları sosyal medyanın polemiğine çekmek değil tabii ki. Bazen tek bir tweet`le bile bir kitabın okunmasını sağlanabiliyor.

AY: Ü nlü bir çok sesli müzik bestecimiz, konferansında 'Müzikte felsefe yoktur' deyince tepki almıştı. Müzik ve Güzel Sanatların da bir felsefesi var mıdır?

YAZICIOĞLU:  Müziğin ve Güzel Sanatların da tabii ki birer felsefesi vardır. Müziğin, sanat nesnelerinin, eserlerinin, estetik değerlerini ve doğasını nasıl deneyimlediğimiz felsefenin bize sordurttuğu sorulardır. Felsefe bilakis, sanat felsefesi ve estetik gibi farklı alanlarıyla da müzikle ilişkilendirilebileceğimiz bir bilgi alanıdır. Dolayısıyla o bestecimiz neden böyle söylemiş bir fikrim yok, ama iyi niyetle yorumlarsak müziğin bir duygu ve matematik işi olduğunu düşünmüş olabilir ki, bu da bir yanıyla doğrudur. O kişi belki bunların arka planındaki düşünselliği aklına getirmemiş ya da öncelik vermemiştir. Oysa Platon`dan beri müzik ve sanatsal üretim üzerine felsefi düşünceler var ve bu konuda eserler verilmekte. Bunun yanıtını felsefecilerimiz eminim benden daha iyi yanıtlayacaklardır. Nitekim estetik ve sanat felsefesi üzerine yazılan onca kitapla, makaleyle çoktan yanıtlamışlardır da. Bunlara ek olarak diğer tüm sanat dalları gibi, edebiyatın da felsefesi vardır.

`height=

AY: Mayıs 2022`de 3`üncü baskısı yapılan 'Hep Sondan Başlar' romanınızın tanıtımında   '1970 lerin Büyükada sından Milano ya, 1980 lerin Londra sına ve günümüz İstanbul una uzanan yaşamların, yaşamdaki sonların ve başların romanı' deniyor. Roman hakkında bilgi verir misiniz!

YAZICIOĞLU:  Doğrusu roman hakkında konuşmak o romanı yazmaktan çok daha zor. Hep Sondan Başlar`ın okurlar tarafından sevilmesinin beni çok mutlu ettiğini söyleyerek başlayabilirim. Hep Sondan Başlar bu aşamaların hepsinden geçti. Hikâyesi, biyografi ve otobiyografi ayrımı üzerinde düşünürken ve nostalji kavramı hakkında yazılar yazarken oluşmaya başlamıştı. Anılar, onlara objektif bakamadığımızdan ötürü kurgusallarsa, 'insan yaşam öyküsünü nasıl anlatabilir', gibisinden düşünceler vardı aklımda. Kurgusu ve her biri anlatıcılardan biri olan kahramanlarının özgün dillerini yaratmak üzerinde çok yoğunlaştığımı söyleyebilirim. Kierkegaard`ın 'yaşam yalnızca geriye bakarak anlaşılır ama ileriye doğru yaşanmak zorundadır' sözü romanımın yazım aşamasının ileri safhalarından birinde karşılaştığım, sonra da en başına koyduğum bir alıntıdır. Kierkegaard`ın şu tek bir cümlede söylediğini açıklayabilmek için ben üçyıla yakın bir süre uğraştım, anlayacağınız. Bundan romanımın felsefî ve zor okunan bir roman olduğu sonucunu çıkarmayın farklı kişilerin yaşam öykülerinin kendi seslerinden buluştuğu bir roman her bölüm kahramanların nasıl beklenmedik biçimde bir araya geldiklerini anlatıyor. Tıpkı kendi yaşamlarımız gibi. Alıntıladığınız tanıtım yazısından mekânlar sanki biraz ön planda ama asıl olarak insanın geçmişiyle hesaplaşmasının, yaşamöyküsünü nasıl kuracağını anlatılıyor romanda. Kendi geçmişimiz hep aynı mı kalır yoksa başkalarının öyküsünü öğrendikçe değişir mi diye soruyor okuyucusuna.

AY: Çeşitli ülkelerde 'maddi kültür' üzerine yaptığınız araştırmalarla Doç. oldunuz. Bu araştırmalarda dikkatinizi çeken neler oldu? Ü lkemizle    karşılaştırdınız mı?

YAZICIOĞLU:  Kavrama yabancı olanlar için maddi kültürün nesnelerin ve mekânların yaratımı, tüketimi ve ticaretini inceleyerek bir toplumu anlamaya çalışan araştırma alanı olduğunu söyleyerek başlayayım. Ben her ne kadar kültürlerarası araştırmalar yapmasam da, bunları ister istemez karşılaştırdığım zamanlar oldu. Uzunca bir süre araştırmalarım ağırlıklı olarak küreselleşme açısından bakıyordu. Bunun bağlamı olarak da müziği seçmiştim, müziğin küreselleşmesi, yarattığı yerel ve küresel piyasalar... Sonra da müziğin yol açtığı toplumsal hareketlere ve sosyal medyaya kaydım. Müzikteki değişimin nasıl geleceğin habercisi olduğunu, Jacques Attali`nin dilimize  Gürültüden Müziğe  olarak çevrilen eserinde okuduğumda çok etkilenmiştim. Gerçekten de dünyanın farklı yerlerinde bu fikrin doğru örneklerini kendim gözlemledim. Müziği o yönüyle de hep takip ettim, hâlâ da ediyorum gelecekte bizi nelerin beklediğini görmeye çalışıyorum. Küreselleşmeyi incelediğim Kanada`daki etnografilerim sırasında bana en çarpıcı gelen gözlemlerimden biri göçmenlerin vatanlarından duygusal olarak da kültürel olarak da ayrı kalamamalarıydı. Bu bulgu hem benim yaşam kararlarımda rol oynadı hem de sonradan toplumsal hareketler ve milliyetçilik üzerine yazacağım kitap bölümlerinin, yazılarının bel kemiğini oluşturdu.

Devam edecek; .