İslam toplumlarının geri kalışının, içve dış etmenleri olmak üzere, çok yönlü sebepleri vardır.

Bugün için söylersek, Müslüman ülkeler dağınıklık içindeler ve dünyadaki çatışmaların yüzde 60 ının Müslüman ülkelerde olması bizi çok üzüyor. En başta bu ülkelerin idarecilerini derinden düşündürmesi gereken önemli bir mesele değil midir?

Dünyada küçük ya da büyük 200 civarında devlet var ve İslâm ülkesi olarak bilinenlerin sayısı 50 civarında. Peki nasıl oluyor da çatışmaların yüzde 60 bu 50 ülkelerde yaşanıyor? Dünyanın en fakir 50 ülkesi içerisinde Müslüman ülkeler olarak değerlendirilebilecek ülke sayısının 32 olduğu söyleniyor.

'Müslüman ülke' tanımlaması ise İslam dinine mensup nüfusun çoğunlukta olduğu ülkeler olarak düşünülebilir. Bu bağlamda Pew Research Center tarafından Aralık 2012`de yayınlanmış bir rapordan yararlanmak mümkün. Rapor incelenerek hangi ülkelerde yaşayan insanların yüzde 50`sinden fazlasının kendilerini Müslüman olarak tanımladıklarına ulaşılabilir.

On dokuzuncu yüzyıla damgasını vurmuş ve günümüzde Müslüman toplumlarda tartışması sürmekte olan temel problemlerden birisi, İslam dünyasının Batı ile karşılaştırıldığında, başta ekonomi olmak üzere hayatın diğer alanlarında -teknoloji, bilim, sanayi v.b.- 'geri kalmış'lığıdır. Hıristiyan Batı, başlangıçtan itibaren kendi inançve değerlerinin bir sonucu olarak sürekli ileri, onun karşısında yer alan diğer toplumlar ve İslam dünyası ise kendi inançve değerleri sebebiyle geri kalmış durumda değildi. Burada dikkatlerden kaçan önemli bir husus, Hıristiyan toplumların başlangıçtan itibaren bilim, teknik gibi sözü edilen alanlarda her zaman ileri değildi. İslam dünyası, on ile on beşinci yüzyıl dolaylarında Batı`dan daha ilerideydi. Batı, on yedinci yüzyıldan önce teknik ve ekonomik üstünlüğü ele geçirememişti. Yaklaşık on dört asır önce İslam, Batı dünyasının ancak çok kısa süre önce bulduğu, insan hayatının tüm yapılarının (teknik, ekonomik, sosyal, psikolojik) bütünleşmesini içeren bir kuram oluşturmuştu. İslam medeniyetinin şehirler kurma, ticaret yapma, tarım, üretim, âdil dağıtım, serbest piyasa gibi unsurlarla pratikte de yansıma bulmuştu. İslam`ın sekizinci yüzyıldan itibaren Endülüs ve Sicilya`ya yerleşmesi, Avrupalıların da Haçlı seferleri sırasında doğu Akdeniz sahillerinde görünmeleri, taraflar arasında bir kültür alış-verişine imkân sağladı. Batı Avrupa`nın İslam kültürünün birçok yönlerini benimsemesine neden oldu. Kuzey bölgelerinin dışında pek az yağmurun düştüğü İspanya`ya Müslümanlar gelişmiş bir sulama tekniği getirdiler. Sulama tekniğiyle birlikte İspanya`ya, sadece sulak yerlerde yetişen birçok bitki de girdi. Bunlar arasında -İngilizce karşılıkları bile Arapça`dan geçmiş olan şeker kamışı, pirinç, portakal, limon, patlıcan, enginar, kayısı ve pamuk vardı. İspanyalı Müslümanlar, ziraattan madenciliğe, mensucattan kuyumculuğa, fildişi oymacılığından inşaat tekniğine, musikiden giyime kadar birçok alanda yerli halka göre çok ileri durumdaydılar ve bütün bunlardan en güzel şekilde yararlanıp 'görkemli bir hayat' sürüyorlardı. Daha sekizinci asrın ortalarında iken kâğıt yapmayı bilen Müslümanlar, kolayca eserler yazmaya başladılar. Kâğıt, Müslümanlar sayesinde İspanya ve Sicilya`dan sonra Avrupa`ya geçti. Müslümanların görkemli yaşayış tarzları, aslında onların hukuk ve düzen egemenliğinin bulunduğu şehir hayatlarının bir sonucuydu. İspanyolca`da belediye işleri ile ticari ilişkileri denetlemeye yönelik Arapça`dan geçmiş birçok kelimenin bulunuşu, öyle pek şaşılacak bir durum değildir. Endülüs belediyeleri, Müslümanların önceden tevarüs ettikleri binlerce yıllık şehir hayatı deneyimlerine dayanıyordu. Bu yüzden Rönesans`tan asırlarca önce Endülüs`ün başta Kurtuba olmak üzere diğer önemli merkezleri Avrupalı öğrenciler için önemli cazibe merkeziydi. Özellikle kendi dönemine göre üst düzeyde kabul edilebilecek sulama, kanalizasyon ve aydınlatma sistemlerine sahip olan Kurtuba şehri, bir ilim ve kültür şehriydi. Müslüman İspanya`nın sahip olduğu teknik ve entelektüel gelişmişlik düzeyinin etkileri, Avrupa`yı etkiledi. On üçüncü yüzyıla gelindiğinde İslam dünyasında bilim ve üretkenlik doruk noktasını geçmişti. On beşinci yüzyılın sonlarında ve on altıncı yüzyılda kurulan -Osmanlı, Safevi ve Moğol Babür- üçönemli İslam İmparatorluğu içinde Osmanlılar, Batı`ya doğru yayılma eğiliminde olduklarından daha farklı bir konuma sahiptirler.

İslam dünyası zaman içerisinde durağanlaşmış ve belirli bir aşamadan sonra da gerilemeye başlamıştır. On altıncı yüzyılda güçdengelerinde batı lehine değişmeye başlamış. Bu yüzyılın ortalarında İslam coğrafyası, Osmanlı`nın Batıdaki ilerleyişi sayesinde Viyana önlerine (1683) kadar genişlemiş, ancak yüzyılın son çeyreğinden itibaren durum tersine dönerek Batı, başta İslam dünyası olmak üzere dünyanın diğer coğrafyalarına üstünlük kurmaya başlamıştır. Böylece başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere diğer coğrafyalardaki Müslüman devletler Batılı devletlere yenik düşmeye başlamış ve on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde İslam coğrafyasının önemli bir kısmı Batının sömürgesi haline gelmiştir.

Bu durumun nedenleri ciddi şekilde ele alınmalıdır. Her ülke kendi içinde çare çözüm ararken bir taraftan da ortak çalışmalar yapılmalıdır. Biz de güzel bir tabir var: 'Takkeyi önüne koyup düşünmek' gerekiyor.