Şu insanoğlu gerçekten garip yaratık. Nitekim önüne çıkan ilk fırsatta garabet örnekleri sergilemekten geri kalmıyor. Mesela yeni yıl gelip çattığı zaman hayatımdan bir sene daha gitti, ölüme biraz daha yaklaştım diye üzülmesi gerekirken, tam aksine o gece kendinden geçiyor, birtakım çılgınlıklara girişiyor, güya şen ve esen kalmanın yollarını arıyor.

Biliyorsunuz Nasreddin Hocamız’a göre kıyamet ikiye ayrılıyor: Büyük kıyamet, küçük kıyamet. Küçüğünü bir tarafa bırakalım, insan ölünce kendi kıyameti kopar. Dolayısıyla kişinin asıl kıyametten çok, kendi kıyametini düşünmesi ve böylece Mahşer sabahına hazırlık yapması icap ediyor. Sona eren her bir yıl, biten her bir hafta, takvimden kopan her bir yaprak asıl kıyametin habercisidir. Bir günün sonunda tükenen arzu, arkasından gelen elemin büyüklüğü karşısında ne kadar cüce kalıyor.

Sadece bunlar mı?

Bedenimizde hemen her gün görülen değişiklikler, insan ömrünün hızla tükenişe doğru gittiğini, ömür dakikalarının yavaş yavaş bittiğini, heder ettiğimiz zaman denilen cevherin, mazinin derinliklerinde ebediyen yittiğini gözler önüne sermiyor mu?

Evet, bükülen bel, fani dünyanın yükünü artık taşıyamayacağını gösterdiği gibi, iskelet haline gelen elde, ebediyetin kapısını çalmaya hazırlanıyor. Şakakların üstünde atan ihtiyarlık şafağı ise, beyaz kıllar halinde kendini gösteriyor. İnsan vücudunu karargâh haline getiren ve bir türlü gitmek bilmeyen hastalıklar da            bir İslam büyüğünün dediği gibi ölümün keşif kolları olarak arz-ı endam ediyor.

Başının dörtte üçü beyaz kefene sarılan kimse, kimsesiz kalmak üzere olduğunu niçin hatırına getirmez?

Halbuki dinimiz düşünmeyi, tefekkür etmeyi, tezekkür etmeyi, teşekkür etmeyi emrediyor. Gaye İnsan, Ufuk Peygamber 'Ölümü çok düşününüz, ibret alınız!' buyuruyor. 'Ölmeden önce ölünüz!' diyor.

Bir akşam kütüphanemdeki kalın ciltleri karıştırırken 'Hürriyet Gene Hürriyet' isimli hacimli eserle karşılaştım.

Hasan Ali Yücel’in muhtelif makalelerini bir araya getiren iki ciltlik bu eserin birinci cildini okumaya başladım. Sonuna doğru galiba aradığımı buldum. 'Elli sekizden Elli Dokuza' başlığını taşıyan yazıyı dikkatli bir şekilde gözden geçirdim.

Evet, bu bir yılbaşı yazısıydı. Yıllanmış bir yazarın, yıllar önce kaleme aldığı enteresan düşüncelerdi. İtiraf edeyim ki Hasan Ali Yücel’in bazı görüşlerine katılıyor, birtakım yazılarını zevkle okuyorum. İşte bu yazı da onlardan biriydi.

Hayat merdiveninden bir basamağın daha kırılmasına, ömür takviminden bir yaprağın daha koparılmasına hayıflanan, insanların gafletine acıyan, ağlayacakları yerde gülmeye çalışan, devekuşu gibi başlarını kuma sokan kimselerin hazin durumunu dile getiren yazar, bakın neler söylüyor:

'Allah gecinden versin, bu yer yuvarlığının üstünde kim ve ne varsa gökte, denizde veya karada gözlerini kapatanlar aynı toprağa karışıp gideceklerdir. Peygamberimiz Ölümü istemeyeniz, ama düşününüz’ buyurmuştur. Ne kadar doğru!

Zaten istemeye hacet yok.

O bir gün mutlaka gelecek. İstesek de istemesek de gelecek. Fakat onu düşünmek, işte bu, her babayiğidin kârı değildir. Nasıl gerçek ahlak, kendine karşı samimi olabilmekse, gerçek cesaret de insanın kendi ölümünü düşünebilmesidir. Ölümünü düşünen kimse, hayatını ona göre ayarlar. Hırsızlığından söz edilen ticaret ve siyaset adamlarının, gözlerini kendi varlıklarına kapattıran hırslarına bekârımda, bunların dıştan zeki, fakat aslında ne derece aptal olduklarına hayret ederim.'

Evet, teşhisin son derece isabetli olduğunu görüyoruz. Ölümü düşünen, hayatının muhasebesini yapan insanın yılbaşı çılgınlıklarına kapılması mümkün değildir.

Eğlence adı altında israfa girmesi, günahlara bulaşması düşünülemez. Evet, her yılbaşında yapılan bu kutlamalar çılgınlıktan başka bir şey değildir.

Hazreti İsa gibi büyük bir peygamber adına ortaya konan denaet ve şenaat tablolarını ancak 'cinnet' kelimesiyle dile getirebiliriz. İnsanların böyle rezil bir manzaradan kurtarılabilmesi için tavsiyede bulunan tek parti döneminin otoriter Milli Eğitim Bakanı, şu cümlelerle hislerimize tercüman oluyor:

İmkân olsa da bütün insanlık bizim Hicret’i yılbaşı olarak alsa. Çünkü Hicret, Hazreti Peygamber’in Mekke’den Medine’ye gelişini yani düşmanlarından kurtulup emniyete erişini remzeder. Bizim gibi birçok insan, Hıristiyan olmadıkları halde, milat yılbaşını tamamıyla din dışı kabul etmiyor mu? Biz milat yılbaşını kutlarken nasıl Hıristiyan olmuyorsak, başka dinde bulunanlar da bu sebeple Müslüman olacak değillerdir. Hem olsalar da fena mı? Böyle bir ihtimal gerçekleştiği takdirde, mesela Ortadoğu’da tüten ateşin, hiçdeğilse bir kısmı sönmüş olmaz mı?

Bizim çocukluğumuzda yılbaşı Muharrem’di. Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göçtüğü günü başlangıçalan yıl!

Ama bu hadiseyi düşünen yoktu.

Pek çoğu işin aslını bile bilmezdi. Lakin evlerde, bilhassa tekkelerde bir matem havası eserdi. Peygamberimizin torunu ve Hazreti Ali’nin oğlu Hüseyin Kerbela’da şehit oldu diye

Muharrem’in sonuna kadar hiçsu içmeyenler bile görülürdü. Mersiyeler okunur, bu yürekler acısı olay elemler ve matemler içinde anılırdı.

Mah-ı muharrem oldu, meserret haramdır

Matem bugün Şeriat’a bir ihtiramdır.

Eskiler, bu dehşet verici hadisenin yine de bir tarafını bulurlardı. O devrin en yoksulları bile evlerinde 'aşure' pişirirlerdi. Ailelerin haline, vaktine göre en nadide kaplara konarak, evden eve aşure yollanırdı.'